1 Ocak 2020 Çarşamba

AYŞE OPERETİ -Oyun Analizi

“Aman Ayşe’m, canım Ayşe’m
Gel aç şu duvağı.
Uzat bana alevlenen
O yangın dudağı.”
Ayşe Opereti’ni yaklaşık iki hafta önce izledim ama şu dörtlüğü hala melodisiyle okuyorum. O kadar etkiledi beni. Aslında çok da etkileyici bir öykü olduğu söylenemez ama yine bir dönemin olduğu için beni hep heyecanlandırıyor böyle şeyler. Ayşe, 1929’da Muhlis Sabahaddin Ezgi tarafından bestelenen bir operet. Operetin orijinal librettosu bilinmiyormuş ama 1966’da radyofonik olarak Lütfullah Sururi tarafından düzenlenmiş. 2019 yılında da eserin rejisörü Yunus Emre Bozdoğan tarafından, 2000 yılında Gülriz Sururi’nin revize ettiği metin baz alınarak yeniden uyarlanmış. Benim en çok hoşuma giden, operetin Sabahaddin Ezgi’nin ağzından okunan bir metinle başlayıp bitmesiydi. Ben bu ahde vefa hissiyatını seviyorum, biliyorsunuz. İnsanın köklerini hatırlaması ve onurlandırması gerektiğini düşünüyorum. Ezgi’nin ağzından okunan metinde de birçok sanatçının ismi sayılıp “yokuz belki oralarda ama köklerimiz var” içeriğiyle son buluyordu. Peki ben ne yaptım? Tabi ki ağladım hemen.
Her neyse, konusunu anlatmak istemiyorum pek ama Yeşilçam’dan hallice bir hikaye. Bir kısmı köyde, bir kısmı İstanbul’da geçen, Ahmet Bey ile köyden çocukluk arkadaşı Ayşe’nin aşk hikayesi. Hikaye herhalde o nostaljinin de etkisiyle sıcak geldi bana. Büyük ihtimal aynı konu şu an kaleme alınsa ne bayat hikaye derim, ama yaşanmışlık hissi beni o salondan, bu dünyadan alıp götürüyor.
Perde ilk açıldığında ilk perdenin geçtiği o köy yerinin dekorlarına (her zaman olduğu gibi) ağzım açık bakakalmıştım. Benim için o kadarı bile fazlaydı o an, tavana kadar uzanan sıralı ev izlenimi veren köy evleri, evlerin üzerinden sarkan sarmaşıklar, ortada bırakılan o “köy yeri” boşluğu. Tabi opereti özellikle araştırmadan ve dolayısıyla da ne izleyeceğimi bilmeden gittiğim için ikinci perdede ne ile karşılaşacağımı da bilmiyordum. İkinci perdede karşıma bir yalı çıktı. Bahçesi, uzun ve kavisli merdivenleri ve yine tavana kadar uzanan büyüklüğüyle bembeyaz bir yalı. Dekorların gerçekten başarılı olduğunu düşünüyorum.
Konu gereği bir köyde bir de İstanbul’da olduğumuz için danslar ve kostümler de bununla paralel olarak çeşitlilik gösteriyordu. Köyde daha geleneksel kılıklar ve haliyle de daha geleneksel dans figürleri vardı. İkinci perdeyle İstanbul’a geçiş yaptık; haliyle kostümler ve figürler de gelenekselden batıya geçiş yaptı. Ben bu tip çeşitlilikleri seviyorum açıkçası. Dolayısıyla bundan da çok keyif aldım.
Sanatçılara gelirsek, hiçbirine söyleyecek hiçbir olumsuz yorumum olamaz. Sadece beni diğer sanatçılardan biraz daha fazla etkileyen ve üzerinden haftalar geçmiş olmasına rağmen sesi aklımdan çıkmayan ikisinden bahsetmek istiyorum Tabi ki Ayşe ve Ahmet… İkisinin de sesindeki o duruluk… Şarkıları her bitirdiklerinde keşke daha fazla söyleseler diye hayran hayran baktım. O ikisinin dışında Selva Erdener’in hayat verdiği Hale’ye de bayıldım. Belli bir yere kadar bir dram gibi seyreden hikayede sanırım bir tek onun sahnelerinde güldük.
Şöyle bir düşünüyorum da sanırım daha fazla anlatabileceğim bir şey yok Ayşe ile ilgili. Doksan yıl sonra yeniden canlanan bir hikayeye tanık olmak, bir tarihe tanık olmak gibi. Umarım sizlerin de tanık olma şansı olur bu tarihe. Bitirirken yine aklımda kalan bir ezgi bırakmak istiyorum buraya:
“Çok yaşa sen Ayşe, çok yaşa sen Ayşe
Köyün yıldızısın, biricik kızısın, dayının kuzususun.
Bahtın açılsın, talih saçılsın
Gönlün şen olsun, kendini üzme sakın (Hey)
Vur patlasın, çal oynasın, vur patlasın çal oynasın
Bu hayat böyle geçer hey bu hayat böyle geçer!”

***

Müzik Düzenleme: Yusuf Yalçın
Orkestra Şefi: Murat Cem Orhan
Dekor: Adnan Öngün
Kostüm Tasarım: Aydan Çınar
Koro Şefi: Giampaolo Vessella
Koreograf: Deniz Alp
Işık: Fuat Gökışık
Ahmet: Şenol Talınlı
Ayşe: Esin Talınlı
Hale: Selva Erdener
Suat: Emre Uluocak
Veli Dayı: Mehmet Yılmaz
Neşe: Nihan İnan
Naci: Emrah Sözer
Hasan: Gürhan Gürgen/ Bahadır Noyan
Niko: Süleyman Erdem Kapusuz/ Yiğitcan Tatlıoğlu
Süreyya Bey: Haser Tek
Teranedil Hala: Seza Kırgız Deneme/ Elif Dikmen
Habibe Nine: Sema Özer/Hatice Zeliha Kökcek
Cemile: Alev Ateş
Jale: Meltem Çakın Gençtürk/ Ece Aslı İşcan
Korrepetitörler: Aylin Özuğur/ Hande Uçar
Piyanistler: Yaman Dikener/ Hande Uçar
Reji Asistanı: Aydın Buğra Güven/ Gaye Alacacı/ Pınar Gün Topçu
Koreografi Asistanı: Nazlıcan Fırat
Kondüvit: Zeynep Utku/ Zeren Topçu
Suflöz: Ülkü Ünal/ Zeynep Burcu Altınel

SİNEKLERİN TANRISI -Oyun Analizi

Benim çok çeşitli bir çevrem var.
Onca çeşitliliğin ise bir tek özelliği… O da dert edinmek.
Hayatlarının ekseninde önemli buldukları, tutkuyla bağlandıkları o “şey” her neyse onu dert edinen insanlarla çevriliyim. Bu pazartesi bu “bir şeyleri dert edinen tanıdıklarım” furyasına bir ekip daha eklemlendi. Bu seferkiler sanatı dert ediniyorlar. Bu seferkiler tiyatro için her şeylerini ortaya koyuyorlar.
Ben bu yazıların hiçbirini birilerini övmek için yazmıyorum ama o kadar alışkın değiliz ki severek yapılan işleri görmeye, o kadar uzak düştük ki dert edindiğine kafa yoran insanlara, gençlere; belki de baştan sona methiye dizdiğim bir analiz olacak. Uzun olabilir, ona göre çayınızı neyim kapıp gelin.
Kitaba ne kadar aşinasınız bilmiyorum. Ben okumamıştım (sad but true) ama çok fazla insanın elinde gördüm. Bu oyunu izleyeceğimi bir ay öncesinden bilsem de kendime küçük sürprizler yapmak istedim ve ısrarla da okumadım (neden böyle ruh hastalıklarım var bilmiyorum. neyse)
İşte bu yüzden kitap-oyun uyumu hakkında yorum yapamayacağım. Ancak genel olarak bu ekibin bu oyunuyla ilgili bir bilgilendirme yapabilirim.
Oyun 17 Ekim’de İstanbul’da prömiyer yapmış ve Ankara ekibin dördüncü oyunuymuş. Yaş ortalamaları da 21… New York Theatre Academy’nin mezun bebekleri bu oyun için altı ay kadar form çalışmışlar, iki ay boyunca günde minimum altı, maksimum dokuz saat prova almışlar, antrenman yapmışlar. Defalarca makyaj tasarımı yapılmış, hatta bazı provalar ciddi ciddi ormanda alınmış…
Bunun dışında benim oyunla ilgili en çok beğendiğim şey, oyunun tüm salonda oynanması. Gerçekten interaktif bir oyundu, çocuklar her yerdeydi ve o kadar yakınımıza girip o kadar yokmuşuz gibilerdi ki bir ara zamanda yolculuk yapıyorum, ben onları görüyorum ama onlar beni görmüyor sandım. Ben aslında yoğum sandım. Güzel bir his, güzel bir sahne/salon hakimiyeti.
Şimdiiii, gelelim ayrıntılara. Eğer diğer oyun analizlerimi de okuduysanız artık şunu biliyorsunuzdur; tiyatro bir bütün işi. Sahnede gördüklerimiz o halini alana kadar belki sahne önünden daha fazla çaba arkasında gösteriliyor. Ben de sahnede bir iki saat içinde gördüğümüz güzelliklere sebep olan herkese değinmeden rahatlayamıyorum. Bu da benim gıyaben de olsa güzelliklerini takdir ediş biçimim, ahde vefam diyelim. Bu oyunun ekibi hakkında da detaylı bilgi istediğim için oyun yönetmeni ve New York Theatre Academy’nin kurucularından Onur Atacan ile iletişime geçtim. Şimdi de becerebildiğim kadarıyla, ondan edindiğim bilgileri ve aldığım güzel enerjiyi size aktarmaya çalışacağım.
Dekorlardan başlayalım malum dikkat ettiyseniz dekorlar konusunda değişik bir takıntım var. Bu oyunun da dekorlarının çok güzel olduğunu düşünüyorum. İki koca dağ, bir tane de mağara vardı sahnede. Özellikle ikinci perdede sürekli üzerine çıkıp çıkıp atlanan dekorlar bunlar… Onur hocanın dediğine göre 250 kiloyu taşımaları gerekiyormuş. Hatta hemen yeri gelmişken de söyleyelim bu güçlü dağlar ve mağaralar Mehmet Emin Kaplan’ın ürünüymüş. Bunların dışında çalılar, kayalar ekibiyle beraber Onur hocanın elinden çıkmış.
Oyunda beni çok etkileyen birkaç şeyden biri, özellikle “ilkellik” anlarında yanıp sönen beyaz ışık. Bu ışıkların tasarımı da Onur Atacan ve Turap Başel’e aitmiş. Gerçekten o anlarda hipnotize olduğumu hatırlıyorum. Öyle ki bir ara benim de kalkıp unga bunga dansı edesim geldi. Tabi sonra dedim ki ” Sakin ol Tunara ‘o Simondı…’ travmasını atlatamazsın sen.”
(araya böyle minnak spoilerlar sıkıştırıyorum ki merak edin, gidin izleyin)
Bakıldığında bu çocuklar oyunu neredeyse baştan sona yarı çıplak oynadılar, altlarında bir tane krem rengi penye şort vardı (gördüğüm kadarıyla) . Bu çok basit gelebilir, sonuçta neredeyse kostümsüz oynanan bir oyun var ortada ama -eğer kostümlerin bu şekilde olması kitapta spesifik olarak belirtilmediyse- ben bunun oldukça güzel ve yerinde bir tasarım olduğunu düşünüyorum. O çocukların yer yer çocukluğunu, yer yer ilkelliğini yüzümüze vuran bir şey gibi geldi bana. Lekelendiklerinde tamamen lekelendiler, safken tamamen saftılar ve biz bütün ayrıntıları gördük orada… OLAĞANTEŞEM! Tabi bu bahsettiğim ilkellik halleri ve lekelenme anları bu kadar ayrıntılı yansıdıysa bize, makyajın etkisi çok büyük. Kostüm ve makyaj tasarımcısı Yağmur Akçay, çocukların adada elde edebilecekleri malzemelerden boyalar üretmiş, önce kan yapmış sonra da beyaz renk için pat yerine beyaz kil kullanmış. Eğer bunu puanlasaydım, oyuna gerçekten yaşanıyormuş gibi yaklaşmasına bile 10/10 verirdim.
Gelelim oyuncularaa…
Şimdi bunlar küçük çocukları oynadıkları için benim de izlerken ablalık içgüdüm kabardı sanırım yer yer. Gidip gidip sarılmak istedim üzüldüklerinde, yalnız hissettiklerinde. Bu hissin kabardığı birkaç çocuktan biri de Ralph idi. Ralph rolünde Hilmi Turan’ı izlemişiz (isimleri sonradan öğrendiğim için geçmiş zaman kullanıyorum). Ben kendisinin tam olarak gerçek yaşını bilmiyorum ama o kadar güzel çocuk olmuştu ki. O uçarılık, bir aklı hep oyunda ama lider olduğu için de sorumluluk da hissediyor. Karizmatik, korkusuz bir lider.
Çok tatlıydı.
Ekibin (yanlış anlamadıysam) çoklu kişilik bozukluğuna sahip ama kendi aralarında “garip” diye adlandırdıkları bir Simon’ları (Berk Sunar) vardı. Simon’a dair sadece şunu söyleyebilirim, benim için oyunun asıl koptuğu nokta Simon’ın bu halini öğrendikten sonra oldu. İki karakter arası geçiş yaparken oturduğum koltuğun kol koyma yerlerini sıktığımı ve nefes almayı unuttuğumu hatırlıyorum. Erken gittin be Simon, nur içinde yat…
Benim gözlerim kendimi bildim bileli bozuk, bazen göz kuruluğu problemi de yaşarım ve neden bilmiyorum belki de refleksif olarak bu zamanlarda gözlerimi sıkıp sıkıp bırakırım. Ancak üç dört kereden sonrası başımı döndürür. Şimdi bu gereksiz görünen ayrıntıyı neden verdim, ona gelelim. Domuzcuk (Serkan Şanlıtürk) gözlüklü, sürekli gözlerini kırpıştıran, her saniye gözlüğünü düzelten, tombiş ve ekibin belki de en “medeni” çocuğu. Ekibin vicdanı demek de doğru olabilir hatta. Çocukların -en azından bir kısmının- medeniyetten kopmamasını sağlayan çocuk. Bütün oyun boyunca nasıl inatla o gözleri sıktın bıraktın vallahi hayret, göz tansiyonuna sağlık arkadaşım!
Jack’i asıl canlandıran Berkay Habib sağlık sorunlarından dolayı yerini Ferhat Susan’a bırakmıştı. Berkay nasıl oynuyordu bilmiyorum ama biz seyirciler olarak Ferhat’tan hiç şikayetçi değildik. (hatta yanımdaki arkadaşım aşık oldu lol) İnatçı, dediğim dedik ve hatta freudyen bir tabirle baya id olarak karşımızda hoplayıp zıplayan bir kabile lideriydi o akşam. Yani ne yalan söyleyeyim kendisinden ürktüğüm sahneler bile oldu.
Eric (Burak Şeker) ve Sam (İbrahim Türksever) kardeşlerden bahsetmek istiyorum biraz da. Oyunun başından sonuna birbirlerinin laflarını tamamlamaları, bunda başarılı olunca birbirlerine çak yapıp gülüşmeleri aşırı sevimli gelmişti bana. Eric’in kardeşini bırakıp asilere katıldığı ve Sam’in de katılmak zorunda kaldığı o sahnede, açıkçası Eric’i bulunduğum açıdan tam göremedim ama Sam’in ifadesi o kadar tatlıydı ki… Yani olması gerektiği gibi desek daha doğru olur sanırım; çaresiz ama zorunda, ürkek ama uyumlu olması da gerek. Bir taraftan korkuyor ama bir gözü de hemen solundaki kardeşinde… Gel buraya Sam brother seninle de sarılalım.
Perceval’ımız (Binali Keskin) vardı bir de, oyuna sonradan dahil olmuş en zayıf halka. Korkudan kurtulmak için kötü olduklarını bile bile güçlü tarafa geçen zayıf halka. Günlük hayatla fazla bağdaşık bir tipoloji. Sahneye ilk girdiğindeki titreyerek konuşmasını unutmayacağım sanırım. Çok tatlıydı.
Gelelim belalı Jack’in iki deli yandaşına. Bill (Yusuf Sıkar) ve Roger (Batuhan Sakal). Onur hocaya da söylemiştim sanırım makyajlar içinde en çok Roger’ın makyajını beğendim. Zaten cast olarak bunun için yaratılmış gibi bir hali var, üstüne o makyaj da eklenince “eyw roger eyw” diyerek izledim oyunun sonuna kadar. Bill de ilk yarıda benim “sen üzülme gülüm incinme” diyerek bağrıma basasım gelen bebişlerden biriyken ikinci perdede nasıl öyle bir şeye evrildi, dont know. Hiç kabile hayatı görmemiş ya da yaşamamış insanların gerçekten bir kabile mensubuymuş gibi davranmasını aslında hala almıyor aklım. Gerçekten çok büyük bir emeğin ürünü olduğu aslında çok belli.
İyi ki varsınız arkadaşlar. Umarım kendinize hep sanatı dert edinirsiniz ve daha iyisini yapmayı kafanıza takarsınız.
Son olarak, oyunla ilgili konuşurken Onur hoca dedi ki:
– Onlarla gurur duyuyorum ve kendileriyle gurur duymaları için ömrümü feda edebilirim.
Ben bu çalışmanın bu kadar güzel olmasını, bu ekibin bu kadar bağlı olmasını işte bu cümleyle çözdüm. Instagram’dan takip ediyor musunuz beni bilmiyorum ama orada da aslında çok sık dillendirmeye çalıştığım bir şey bu benim: sevgi. Koşulsuz, karşılıksız sevgi. Tüm dünyanın sevgi için ve sevgiyle döndüğünü düşünüyorum. İşte bu katıksız sevgi (hatta güven ve gurur) ekibe de sirayet etmiş, ekipten sahneye taşmış, sahneden de bize ulaştı…
Kasım sonu gibi tekrar Ankara’ya geleceklermiş. Umarım izleme şansı edinirsiniz.
Şimdiden iyi seyirler dileyeyim. Sanatımız bol olsun.

LÜKÜS HAYAT -Oyun Analizi



Bu hafta Cüneyt Gökçer sahnesinde Lüküs Hayat’ı izledim. Açıkçası oyunu anlatmaya nereden başlayacağımı bilmiyorum. Her şeyiyle harikaydı. Sahnede olan ve hatta olmayan her detayıyla harikaydı.
Önce oyundan bahsedeyim size biraz. 1933 yılında Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiş bir operet. Cemal Reşit bu opereti yazmaya başladığında bir yandan da 10. yıl marşımızı yazıyormuş. Bu dönemde batı hayranlığı devam eden belli bir kesim de var. Zaten oyunun konusu da bundan oluşuyor. Batı hayranlığı ve borç içinde lüks yaşama aşkıyla dolu bir kesim ile sıkıntı içinde yaşanan bir kesim. Tabi bu iki hayatı tatlı bir komediyle birleştirmiş Cemal Reşit.
Oyun daha önce İstanbul ve Eskişehir’de şehir tiyatrolarında oynanmış ama DT’de ilk kez bu sezon oynanıyor. E tabi bir şey ilk olunca da bende ayrı bir heyecan oluyor. İlk incelememde bahsetmiştim, ilk kez sahnelenen bir oyunun ilkini ve sonunu görmeyi seviyorum. Arada geçen süreçteki gelişime tanık oluyormuşum gibi hissediyorum.
Ama bu oyunda öyle olmayacak sanki.
Sanki ilk oyunla son oyun arasında “düzeltilmeye gerek” bir şey olmayacak…
O kadar ki güzeldi yani. Orkestrasıyla, sanatçısıyla her şey ve herkes sanki zaten yıllardır beraber çalışıyormuş gibilerdi. Kısa bir sürede birbirlerine bu kadar uyumlanmalarını profesyonelliklerine bağlıyorum.
Oyun üç saat sürdü ve keşke bir üç saat daha sürseydi de her kostümü tek tek inceleyebilseydim. Şansım olsaydı da o dekorlara dokunabilseydim, hatta keşke oyuncularla oyun sonrası konuşabilseydim (kim bilir belki bir gün böyle bir şans da edinirim).
Kostüm tasarımları İnci Kangal Özgür’ün, dekorlar Sertel Çetiner’in elinden çıkmış. E ortaya da harika bir iş çıkmış. Fosforlu Cevriye eski-yeni karşılaştırması yaptığım yazımda sahnede dönen bir dekorun ne kadar harika ve ne kadar etkileyici olduğunu yazmıştım. Aynı mantıkla dönen bir dekor oturtulmuş sahneye.
Sahnenin ortasında dönen bir yalı var.
YALI.
Dekor dönüyor ve dışarıdan salıncaklı, çift merdivenli görünen yalı, yerini ihtişamlı bir balo salonuna bırakıyor. Dekor dönüyor ve bir dünyanın öteki yüzüne dönüyorsunuz. Dekor dönüyor, oyun kesilmiyor ve her dönüşte ilk kez görüyormuş heyecanınızı tekrar yaşıyorsunuz… BON A PETIT!
Başrol Rıza’dan bahsetmek istiyorum biraz. Levent Çelmen inanılmaz bir oyunculuk sergiledi. Aslında bütün oyun baştan sona inanılmaz oyunculuklarla doluydu ama Rıza’nınki bir başka. Çok fazla sahnesi vardı. İlk iki üç sahneden sonra sanki hep sahnedeydi. Yani ya öyle ya da sahnede olduğunda öyle bir sahnedeydi ki sonrasında olmasa da oradaymış gibi bir hisle izlemişim.
Rengin Samurçay, Mehmet Ali Toklu, Alev Buharalı,Şahap Sayılgan, Pelin Dikmenoğlu, Berrin Demir… Bu kadar içten oyunculukları kolay kolay izleyemeyeceğiz, sevimli bir sarhoşun taklidinde Can Öztopçu’dan daha iyisini izleyemeyeceğiz, tiksindirmeden oynanan iki aptal aşık için Çağrı Turan ve Özge Mirzalı’dan daha iyisini göremeyeceğiz.
Açıkçası kimi nasıl anlatacağımı bilmeden yazıyorum bu yazıyı. Hangisini nasıl öveceğim bilmiyorum. Jestler, mimikler, orkestrayla atışmalar, orkestranın cevapları her şeyiyle olağanüstü bir oyun, bir performanstı.
30 TL’ye aldığımız oyun biletini kapıda 100 TL’ye bulmaya çalışıyorlardı…
BEN DAHA NE DİYEYİM ARKADAŞLAR?!
Ölmeden önce görülmesi gereken oyunlar listesinde başı çeken oyundur kendisi…
Not: Biliyorum bu inceleme yazısı diğerleri gibi uzun ve ayrıntılı olmadı ama eğer oyunu görme şansı bulursanız neden bu kadar kısa ve sadece övgülerle dolu olduğunu anlarsınız. Sizlerle her biri ayrı cevher olan ve sahnede pırıl pırıl parlayan ekibi paylaşmak istiyorum. Oyunda 100 kişilik bir ekip çalışmış ve bunun 65i sanatçı… Dekor, ışık ve kostüm tasarımcılarını, koroyu, koreografileri yapan canım hocam Ömür Uyanık’ı (kendisini ilkokul 4.-5. sınıftan beri Benimle Dans Eder Misin koreografilerinden aşkla takip ediyorum, dünya tatlısıdır) ve sahnede olmadan bile o akşam o sahnede parlayan cevherlerin de en azından adlarına gözünüz değsin istiyorum. Bunu onlara borçluyuz.
Besteci: Cemal Reşit Rey
Yazar: Ekrem Reşit Rey
Rejisör: Murat Atak
OYUNCULAR:
Rıza: Levent Çelmen
Zeynep: Rengin Samurçay
Fıstık: Mehmet Ali Toklu
Belkıs: Alev Buharalı
Ruhi: Şahap Sayilgan
Atıfet: Pelin Dikmenoğlu
Şadiye: Berrin Demir
Memiş: Serkan Ekşioğlu
Lütfiye: Süheyla Gürkan
İrfan: Akın Erozan
Nüveyre: Buket İnger
Şevket: Can Öztopçu
Veysi: Çağrı Turan
Nesrin: Özge Mirzalı
Rıza Bey: Engin Özsayın
Kibar: Bülent Çiftçi
Altındiş: Gönül Orbey
Balatlı: Ayşe Akınsal
Tosun: Bahadır Karasu
Koro (Alfabetik Sırayla)
Ali Karaca, Ayşe Yağmur Başak, Başak Gürdal, Berkan Görgün, Betül Tirben, Burak Şanli, Çağaç Arın Öztornacı, Didem Çam Öztunç, Diler Öztürk, Ece Burçin Nurlu, Gizem Cengiz, Gülden Çelen, Hülya Akan,İsa Can Dinç,Kadir Oltulu,Murat Kelhasan, Nazlı Zeren Kutluyıl, Ramazan Bölükbaşi, Sezin Erkmen, Sezin Yerdemir, Şükran Ketenci, Tuba Akten Mengi, Tuğberk Aksu, Tuncer Yilmaz, Uğur Nak, Umut Yilmaz, Yasemin Bilgin
Orkestra
Müzik Direktörü Ve Orkestra Şefi: Melahat Ismayilova
Piyano: Begüm Çelebi
Konsermaister: Merve Tulya Yilmaz
Keman: Ayça Mutluer,Bilge Kesemen,Nur Banu Abiş
Viyola: Betül Araci,Günsu Erdem Turan
Viyolonsel: Şerif Can Ünver, Ataberk Önal, Gizem Polat, Zeynep Aslı Güntekin
Kontrbas: Utku Tosunlar
Klarnet: Fahrettin Ünal
Flüt: Döndü Dulkadiroğlu
Obua: Göktuğ Ege Sağlam
Trompet: Ege Yildirim
Saksafon: Hamdi Tatlisu
Perküsyon: Burak Coşkuner

STEFAN ZWEIG SATRANÇ -Oyun Analizi



Dün akşam saat 20:00’de Şinası Sahnesi’nde Stefan Zweig’in Satranç kitabının tiyatroya uyarlanmasını izledim. Kesinlikle etkileyici olduğunu ve mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Normalde gittiğim oyunlarda oyunun konusunu anlatmayı pek istemiyorum ancak bu oyunda bence izlediğimiz asıl şey özellikle başrolün oyunculuğuydu. Yani konuyu söyleyince sürprizin kaçacağını düşünmüyorum. Bir de zaten bu devirde Satranç’ı okumayan da kalmamıştır bence.
(Kaldıysa da okuyun zaten on sayfa, cahilliğin lüzumu yok çocuklar..!)
Neyse efenim, konu özetle şu şekilde; New York’tan Buenos’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e , ücret karşılığı bir parti satranç oynamayı öneriyor. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı Dr.B oyun sırasında kendini tutamıyor ve oyuna karışıyor. Son anda oyunun berabere bitmesini sağlayan bu karışma sonucu kendisine şampiyonla karşılaşması öneriliyor. Ancak Dr. B, Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılmış, oyalanacak hiç bir şeyi olmadan bu odada uzunca bir süre tek başına kalmış ve bir gün bir rastlantı sonucu eline bir satranç kitabı geçirmiş biridir. Uzun zaman sonra oyalanacak tek şeyi olan bu kitaptan satrancı öğrenmiştir. Malum bu otel odasında satranç tahtası ve taşları yoktur. Dr. B. önce ekmek içlerinden taşlar vs yapar, daha sonra da tamamen zihninde oynar oyunlarını. Tabi işin içine kendine karşı satranç oynamak da girince akıl sağlığını pek de koruyamaz. En sonunda da kendisine yasaklanır satranç. İşte yaklaşık yirmi yıl sonra gemide böyle bir durumla karşılaşınca da anıları depreşiyor ve bu adamın duygusal hezeyanını izliyoruz.
Açıkçası az önce parantez içinde okumayanlara bir küçük sövdüm, zaten on sayfa diye, ama kitabı okurken de kitaba sövüyordum, neden akmıyor bu kitap diye. İncecik bir kitap olmasına rağmen elimde neredeyse bir ay gezdirmiştim o kitabı. Kitaba o kadar ısınamadığımı düşünüyorken dünkü oyunda, özellikle Dr. B’yi canlandıran Bahattin Doğan’ın oyunculuğuyla, adeta kitap satırları gözümün önüne geldi… O kadar ki sanki Dr B oymuş ve Zweig amca yazarken onu yazmış gibi bir “bir olmuş” rolüyle.
Ayrıca oyunlaştırmanın da harika olduğunu düşünüyorum. Kitaptan kopulmadan, kitapta anlatılanlar olduğu gibi alınmış tiyatro metnine.
Oyun gemideki satranç oyunuyla başlıyor. Daha sonra Adam’ın Dr. B’yi bir oyun oynamasına ikna için odasına gelmesi ve Dr. B’nin hikayesini anlatmasıyla devam ediyor.
İlk sahnede dekorlara anlam verememiştim. Kocaman yüksek yüksek kayaları andıran, kireç rengi, çarpı işaretli ve çarpı işaretlerinde ışıklandırmalar olan yükseltiler. İlk sahne bittiğinde ne alaka gemiyle bu kireçler demiştim. Sonuçta kitaba göre gemide olmaları gerekirdi, değil mi?
Ancak daha sonra Dr. B anılarını anlatmaya başladığında şöyle bir cümle kuruyor:
“Size Nazi kamplarından ve işkencelerden bahsedeceğim sanıyorsunuz, değil mi bayım? Ama hayır, bizi kamplara götürmediler.Hiçliğin orta yerine götürüp bıraktılar bizi.”
Sonradan iç sesimden gelen “heeeeeeğğğ” sesiyle garip bir haz yaşadım. Sanırım bu haz literatürde Stendhal sendromu olarak geçiyor; bir sanat eserinin güzelliği karşısında aşırı derecede heyecanlanma ve bazen kendinden geçme hali. Yani evet ben kendimden geçip o yana bu yana bayılmadım, ama o gri dikitlerin, adamın zihnindeki grilik ve hiçlik halinin yansıması olduğunu anladığım o küçücük anda kalbim pıtpıt oluverdi.
(O pıtpıtlığı seviyorum. Stendhal sendromuma karşı bir Stockholm sendromum var sanırım.)
Oyunculara gelirsek, eleştirebileceğim tek oyuncu bile yok. Tüm oyunu dört kişi oynadılar zaten. Bahattin Doğan’ın bir saat boyunca yorulmadan titreyen eli, uzun tiratları, uzun uzun gülmesi, sonra birden ağlaması; her şeyi… Hüseyin Baylan’ın Dr. B’nin deli iç sesi olması, bazen Alman subayı olması, bazen de Adam… Hatta Mcconor ve Czentovic’in bir sahnede köpek olması… Gerçekten güzel oyunculuklar izledik dün akşam. Bazen Dr. B’nin anılarını canlandırırken ağır çekim oynadılar ki bence o da çok etkileyici bir iş çıkardı ortaya.
Kireç taşlara yansıtılan ışıklarla, kullanılan müziklerle, seslendirmelerle gerçekten Dr. B’nin deli zihnindeydik. Bana göre tek kelimeyle muhteşemdi.
Kadroya ulaşabildiğim sürece sizlerle de paylaşacağımı söylemiştim. Tekrar söyleyeceğim ve büyük ihtimal bunu söylemekten hiç bıkmayacağım; sahne sanatları bir bütündür ve disiplin işidir. Dolayısıyla tiyatro da öyle. Dün akşamki disiplinin mimarı olan ekibi şöyle bırakıyorum:
Yazan: Stefan Zweig
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Oyunlaştıran: Ahmet Yapar
Yöneten: Özgür Avcu
Dekor Tasarımı: Sinan Sungur
Kostüm Tasarımı: Deniz Çağrı Bilgili
Işık Tasarımı: Mehmet Yaşayan
Müzik: Onur Yüce
Koreografi: Gülden Çelen
Yönetmen Yardımcısı: Özlem Gür
Asistan: Yağmur Evin
Sahne Amiri: Sibel Boztaş Bulgan
Kondüvit: Adem Tutak
Işık Kumanda: Ekrem Durmuş
Dekor Sorumlusu: Serdar Kızılırmak
Aksesuar Sorumlusu: Erhan Gebitekin
Erkek Terzi: Necati Özgül
OYUNCULAR:
Dr B. M.: Bahattin Doğan
Adam: Hüseyin Baylan
Mcconor: Hasan Çağrı İlikoğlu
Czentovic: Sercan Çelik
Sesler: Özlem Gür, M. Bahattin Doğan, Hüseyin Baylan
Sırada Lüküs Hayat var ki beni bu ay en çok heyecanlandıran oyunlardan biri…
O zaman bu stoxu da “Lüküs Hayat’ta görüşürüz” diyerek bitiriyorum.
Sanatla kalın.

FOSFORLU CEVRİYE DÜZELTME YORUMU VE BU AYIN KEŞFİ



Herkese merhaba. Bir stoxumda bu ay yapılacaklar listemde keşfedeceğim yerler arasında Refik Ahmet Sevengil Tiyatro Kütüphanesi’nin olduğunu yazmıştım. Bu hafta bu hedefimi gerçekleştirdim ve şimdi size bu yeni keşiften bahsetmek istiyorum.
Ulus’ta hep önünden geçip durduğumuz evkaf apartmanı… 1928’de yapımına Mimar Kemaleddin tarafından başlanan ve 1930’da tamamlanan Ulus’un bence en güzel binası. Daha çok bu adıyla ve bu yönüyle değil de Küçük Tiyatro binası olarak bildiğimiz bina.
Nasıl ulaşacağım ben buraya diye bir öne bir arkaya giderken güvenliklerden öğrendiğim kadarıyla arka girişten üçüncü kata çıkarsanız tiyatro eserlerinden oluşan bir arşiv kütüphanesiyle karşılaşıyormuşsunuz. Ana cadde tarafındaki girişinden girip beşinci kata çıktığınızda da Ahmet Refik Sevengil Tiyatro Kütüphanesi ile… Ben arşiv kısmı görmedim, açıkçası sitedeki görsellerden de dolayı dijital kütüphane daha çok ilgimi çekmişti ve bir an önce orayı görmek istiyordum.
Hemen fıtı fıtı ön tarafa geri döndüm ve beşinci kata çıktım. Asansör bile o kadar tatlıydı ki, o eski kabin tipi asansörlerden. Sürgülü kapıyı açıyorsunuz, dolap kapağı gibi olan kapaklarını açıyorsunuz, içeri girip sürgüyü kapatıyorsunuz ve sonra da dolap kapağını tabi. Sürgüyü kapatmazsanız çalışmıyormuş, eskinin akıllı sistemi.
Sırf şöyle bir asansöre bindim diye bile aşırı sevindirik bir haldeydim ve beşinci kata ulaştığımda neler göreceğimin heyecanıyla kütüphaneye ulaştım.
Camlardan dışarı baktığınızda harika bir gençlik parkı manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Aşağıda bir yerlerde günlük hayatının telaşıyla bir o tarafa bir bu tarafa koşturan insanlar görüyorsunuz. Daha az önce içinde bulunduğum insanlardan ve o koşturmacadan bir saatliğine kendimi çekip almıştım ve şimdi onlara dışarıdan bakıyordum. Benim için bir parmak görünen mesafeye hemen ulaşmak için onların telaşla koşması…
(Bu son cümleyi tutup bir sürü şey yazarım ben şimdi ama neyssseh.)
Size biraz içeriyi anlatayım; asansör gibi, belli bir dönemden kalma görünen iç dekorasyon, daha içerilerde küçük bir bölmede dijital arşivden araştırma yapılabilmesi ve kayıtların izlenebilmesi için hazırlanmış dört bilgisayar ve bir minik cafe. Her camın yanında ayrı ekoseli perdeler, yine ekose desenli koltuklar… Bence her şey olması gerektiği yerde ve olması gerektiği kadardı. Sırıtık bir şekilde her ayrıntıya baktıktan ve çalışan herkesle tek tek konuştuktan sonra dijital arşivi incelemek istedim. Bunun için size girişte kulaklıklar için tek kullanımlık kılıf veriyorlar. Hijyen önemli tabi.
Neyse kılıfımı da aldım geçtim bir bilgisayarın başına. Öncelikle şunu belirteyim arşiv 1949’dan beri devlet tiyatrolarında oynanan her oyunu bünyesinde barındıran zengin bir arşiv. E haliyle de önünüze bir katalog çıkmıyor. Daha doğrusu çıkamıyor. O yüzden aklınızda bir oyunla giderseniz arama yapmanız daha kolay olur. Ben önce Mehmet Ali Erbil’e ödül kazandıran Küheylan’ı araştırdım. Oyun yanlış hatırlamıyorsam 1979’da oynanmış ve Erbil daha 16 yaşındaymış ancak insanlar o performanstan çok fazla etkilenmişler. Merak ediyordum ama bulamadım dijital kaydı. Oyun afişi, oyuncu kadrosu ve bazı görseller var tabi ama video kaydı yok. Anladığım kadarıyla video kayıtları 1980 sonrası için var.
Sonra aklıma bir şey geldi. DI DINNN!
Hemen önceki gün Fosforlu Cevriye’yi izlemiştim ve bir önceki stoxumda da bahsettiğim gibi bir şeyler içime sinmemişti oyunda ama ne olduğunu da anlayamamıştım. Sonra dedim ki Gülriz Sururi’nin yönetmenliğini yaptığı Fosforlu’ya bir bakayım. Çok değil açıkçası on beş belki yirmi dakika izledim sadece ve o garip hissin nedenini anladım.
Önceki akşam izlediğim oyunda açılıp kapanan bir perde yoktu ve çok fazla da sahne geçişi olan bir oyun. E haliyle tüm sahne geçişlerini görüyorduk. Evet geçişlerde sahne karartılıyordu ama yine böyle bir mavi ışık yansıtılıyordu sahneye (sanırım oyuncular düşmesin diye, anlamadım). Dolayısıyla duygunun en yoğun olduğu sahnelerde tam gözüm dolacakken ışıklar kararıyordu ve o mavi ışık yüzünden az önce birbirine sarılıp ağlamış karakterlerin “hadi bakam diğer sahne” diyerek koşturmasını görüyorduk. Sanırım oyuna en çok bu yüzden girememişim. Ayrıca daha önceki yazımda Fosforlu’yu canlandıran kişinin aslında Fosforlu castı olmadığını anlatmıştım. Gülriz Sururi’nin Fosforlu’sundaki Fosforlu’yu canlandıran Feray Darıcı’yı görünce içimdeki ses “HEH İŞTE BU” dedi. Güzel ve karakteristik bir yüz, makyajlı ama yüzünde kirli kalmış bir makyaj. Cildi yağsı görünüyor, saçları da ama etkileyici uzun boylu bir kadın. Ayrıca diğer seks işçisi kadınlar da kılıklarıyla kıyafetleriyle tam oturmuşlardı rollerine. Sururi’nin Fosforlu’sunda da sahnede perde yoktu. Onun yerinde hareketli dekor kullanmışlardı. Kocaman ve üçe bölünmüş bir daire ve bir bölme Barba’nın meyhanesi, bir bölme düşünce suçlusunun evi, diğeri de sokak, liman şeklinde değişen bir bölme… Dolayısıyla sahne geçişlerinde sahne tamamen karartılabiliyordu çünkü yapılacak değişiklik daireyi döndürmekle de çok rahat yapılabiliyordu. O yüzden bir duyguyu aldıktan sonra orada kalabiliyordunuz. İki oyun arasındaki en büyük fark bu.
Kısacası tam yerine rast gelmiş, manzara koymuşlardı…
Evet tabi şunu da biliyorum bu hareketli dekorlar vs. belli bir prodüksiyon istiyor. Peki sırf prodüksiyon eksikliğinden dolayı, örneğin bu oyun, sahnelenmemeli mi? Benim görüşüm, onca oyun arasından seçilen oyunun her şeyiyle iyi bir şekilde sahneye konulması gerektiği… Bilmiyorum bu benim çıkıntılığım mı yoksa herkes bu kadar dikkat eder mi bilmiyorum ama dekorların duruş açısından repliği olmayan ama sahnede o an durması gereken oyunculara kadar her şeyi inceliyorum şahsen. O yüzden izlediğim bir oyunda her şeyin her şeyiyle iyi olmasını istiyorum. Ayrıca bir başka açıdan düşünürsek, bu oyuna da bir bütçe ayrıldı ve ayrılan o bütçe ile belki bir başka oyun her şeyiyle mükemmel oynanacaktı?
Belki her şeyiyle tamam olacak oyunlardan vazgeçip bir başka oyunu yarı güzel oynadılar? Bu biraz da oynamak için oynamak gibi geliyor bana. Bunu da bir sanatsever olarak tasvip etmiyorum haliyle.
O zaman tam yerine rast gelecek, manzara koyulacak diğer oyunlara diyelim, olsun o kadar…

FOSFORLU CEVRİYE -Oyun Analizi

“Karakolda ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriye’m
Sende kara sevda var…”
Dün gece Ankara Şinasi Sahne’de Fosforlu Cevriye’yi izledim. Keyifli bir müzikal izledim diyebilirim. Ancak öncelikle farklı şeylerden bahsetmek istiyorum. Yukarıdaki satırları çok büyük çoğumuz melodisiyle beraber okumuşuzdur. Bunun sebebi 60ların sonlarında Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın başrollerinde olduğu filme olan aşinalığımızdır, Safiye Ayla’nın sesiyle çınlar kulaklarımızda bu satırlar. Ancak dünkü oyundan çıktığımda bir şeylerin tam oturmadığını hissettim. Tam olarak beni tatmin etmeyen şey neydi bilemiyorum aslında. Oyuncuların hepsinin ayrı ayrı iyi olduğunu düşünüyorum. Hepsi rolünün hakkını sonuna kadar verdi aslında. Ne senaryoya ne de müziklere laf edebilirim, ki canlı müzikti ve müzisyenler de oyuncularla aynı sahneyi paylaştılar. Kısacası net bir şekilde eleştirebileceğim bir şey yok ama karşımda akmayan ve sonlara doğru herkesin höflemesine sebep bir oyun var.
Neyse efendim bütün bu kafa karışıklıkları benim Fosforlu’yu araştırmama sebep oldu. Oyunda yıldızlardan bu dünyaya düştüğüne inanan bir hayat kadınının “düşünce suçlusu” olduğunu sonradan anladığımız ve adını bile bilmediğimiz bir adama sırf ona insan gibi davrandı diye aşık olduğunu görüyoruz. Öncelikle filmleştirilmeden, oyunlaştırılmadan önceki halini; kitabı ve kitabın yazarı Suat Derviş’i buldum. Sonra bir de ne göreyim, Suat Derviş Nazım Hikmet’in ilk aşkıymış ve hanımefendinin eşi de Reşat Fuat Baraner imiş. Kitapta anlatılana göre bu komünist genç sarı kıvırcık saçlı, yeşil gözlü ve biraz da kırmızı suratlı bir erkekmiş. Haliyle de Derviş’in anlattığı adamın Nazım olduğuna dair spekülasyonlar varmış. Diğer taraftan 40lı yıllarda Reşat Fuat’ın gizlendiği mekanların birinde Fosforlu Cevriye karakterinin ilham kaynağı olduğu düşünülen bir komşusu varmış. Bence yazar bütün çevresini harmanlamış yazarken. Ne Nazım ne Reşat… Hem Nazım hem Reşat…
Araştırırken Suat Derviş’in bu bir oyun olsa Gülriz Sururi’nin Cevriye’yi canlandırmasını istediğini öğrendim. Yıllar sonra devlet tiyatrolarında sergilenmesi için kitabı oyunlaştıranın Gülriz Sururi olmasını bir saygı duruşu olarak gördüm.
Daha sonra fark ettim ki oyunlarla, filmlerle, müziklerle bu kadar bilinen bir hikayenin ve karakterlerin asıl yaratıcısı kimse tarafından bilinmiyor. Ben de bunu buraya işlemeye karar verdim.
Bu da Suat Derviş’e benim saygı duruşum olsun…
Dünkü oyuna gelirsek ara ara repliklerin kaçtığı, danslarda senkronizasyon probleminin yaşandığı yerler vardı. Normalde bu tarz şeylerden rahatsızlık duymama rağmen sevdim. Hikayeyle bağdaştırdım sanırım; o salaş hayat, o kuralsızlık halini yansıttığını düşünüyorum bu ufak “kaza”ların.
Sadece Cevriye karakterini canlandıran Begüm Topçu Turay’ın saçlarının ipek gibi olmasını pek sevemedim ne yalan söyleyeyim. Böyle daha kabarık, daha belki birbirine girmiş ve hatta belki de bu hali saklamak için toplanmış bir saç olabilirdi. Ama açık kalacaksa bile daha karışık bir halde açık kalmalıydı. Çünkü ilk yarının sonuna doğru Cevriye’nin aşık olduğu adama güzel görünmeye çalıştığını ama koktuğunu, hamama gitmesi gerektiğini vs. duyuyoruz ve ikinci yarı başladığında hamama gittiğini, temizlendiğini, güzel koktuğunu öğreniyoruz. Bence saçlar da bu işe dahil edilmeliydi, ikinci yarıdaki elbise değişikliğinin bu anlamda yeterli olmadığını düşünüyorum…
Sanırım bunun dışında eleştirebileceğim çok fazla bir şey yok ne oyuna ne oyunculara dair. Herkes ayrı ayrı iyiydi. Oyunun anlam veremediğim o akmayan yapısı eğer oyuncular böyle iyi olmasaydı hiç çekilmezdi diye düşünüyorum. Bir önceki oyun değerlendirmemde olduğu gibi yine tüm kadroya yer vermek isterdim ancak kadroya dair bir bilgiye ulaşamadım. Sanat merkezine mail attım, cevap gelirse onu da sizlerle paylaşacağım.
Sanat dolu günler dilerim hepinize.

AŞKIMIZ AKSARAYIN EN BÜYÜK YANGINI -Oyun Analizi

Dün yaz tatili sonrası ilk oyunumu izledim. Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Hikayesi oyunu Ankara Devlet Tiyatroları’nda bu sezon yeni diye biliyorum. Trajedi/dram türünde bir oyun. Oyunun konusuna çok fazla değinmek istememekle beraber eski İstanbul’da geçtiğini söyleyebilirim. Saraydan eline bir eski ceviz sandık tutuşturulup bir mahalleye yerleştirilen Mahitab Hatun ile mahallenin kemancı genci Artin arasında, mahallelinin çok sevdiği yaşlı Firuz Bey’in oluşturmaya çalıştığı bir aşk hikayesi. E bunun suni bir aşk hikayesi olduğunu Mahitab Hatun’un anlamasıyla da trajedi başlıyor haliyle.
Dediğim gibi oyunun ayrıntılarına inmek istemiyorum çünkü bu bir sergi işi ve izlenmeli… Ancak oyuncularla, dekorlarla ilgili söylemek istediklerim var tabi ki.
Öncelikle çok kalabalık bir ekip vardı. Yedi mahalleli kadın, beş tulumbacı, Artin, Mahitab Hatun, Firuz Bey, Merzuka ve sahneye çeşitli rollerde girip çıkan iki üç kişi daha vardı. Yani yaklaşık yirmi kişi bir sahneyi paylaştılar. Müzikli bir oyun, o yüzden de kendi içinde akan bir yapısı var ki bu beni sürekli oyunda tutan şeylerden biriydi.
Ancak dekorlarla ilgili biraz sıkıntı yaşadım. Benim oturduğum koltuk en köşedeydi. Açıdan dolayı büyük ihtimalle, çok fazla yordu dekorlar gözümü. Ortadan nasıl görünüyordur bilemiyorum ancak benim bulunduğum yerde, pencere bir yerde, çatı bir yerde gibi görünüyordu ve bir süre sonra neye bakacağımı şaşırdım, sonuçta sahne oyuncu bakımından da kalabalık bir sahne. Havaya değişik geometrik şekiller asılmış gibi kaldı bir noktadan sonra, belki bu değiştirilebilir. Onun dışında zemin dekorları bence yerli yerindeydi.
Sezona yeni girmiş ve o sezon ilk kez oynayacak oyunlara karşı bir fetişizmim var sanırım. Çünkü yeni girmiş bir oyuna bir sezon başında bir de sezon sonunda gidip karşılaştırmasını yapmaktan çok keyif alıyorum. Yeni bir oyuna gidişinizde oyuncuların karakterlerine ne kadar ısınabildiklerini, ne kadar o role girebildiklerini ve ne kadar “o” olabildiklerini (ya da olamadıklarını) görebiliyorsunuz. Dünkü oyunda beni en heyecanlandıran şey de aslında buydu. Mesela o beş kişilik tulumbacı ekibinde en çok “seyrekbasan” karakterini canlandıran Burçak Kaya’yı beğendim. Ne yalan söyleyeyim kendisinin repliğinin gelmesini heyecanla bekledim. Yüzünde mahallenin ve tulumbacıların alaycı, zıpır biraz da saf bir delikanlısı ifadesi vardı. Yaratmak istediği şey bu muydu bilmiyorum ama bu olduğunu varsayarak, keyifle izledim kendisini. Ayrıca tulumbacı reisi Abidin’e seslenirken her “Abidin?” deyişinde aklımda +Ramazan?
-Ne?
replikleri canlandı. Ses tonunu benzettim sanırım.
Yine keyifle izlediğim mahalleli yedi kadının içerisinde (adını bulamadığım için belirtemeyeceğim) oyundaki adının Heleni olduğunu anladığım bir kadın oyuncu vardı. “a kuszum e ya binim bas arilarim ne olazak” şeklinde konuşması ve bu şekilde oldukça hızlı konuştuğu, hatta kavga ettiği sahnelerde bile hiçbir dil sürçmesi vs. yaşamaması beni çok etkiledi, rolüne ısınmada bir problem yaşamadığını ve işte şu bahsettiğim “o” olma olayını hissettim.
Bunun dışında aynı hissi iki üç oyuncudan daha aldım. Başrol oyuncuları; Mahitap Hatun, Artin ve Merzuka. Özgür Deniz Kaya’nın en çok o saf, saygılı, vicdanlı ve o ikilem halinin harmanını bu kadar güzel bir biçimde yüzüne oturtmasında yakaladım Artin’i. Ebru Uysal’ın sahneye daha ilk girişindeki o aşka aşık mağrur kadın yürüyüşünde buldum Mahitab Hatun’u.
Ama en çok Sinem Lökbaş yer etti açıkçası bende, rolünün hakkını her şeyiyle verdiğini düşünüyorum. Mimikler, jestler, danslar, ses tonu, nazal konuşma… Eğlenceli, deli, sevgi dolu, sadık bir roman kadını yansıttı bize. Merzuka ile ilgili sadece şunu söyleyebilirim, sahneye ilk geldiğinde eşinin onu aldattığından, başka bir kadından çocuk yaptığından bahsetti. Bu bahsi üzgün bir suratla yaptı ve en son çocuğa üzülmüş gibi bir ifadeyle “e ben de ne yapayım aldım şoparı yanıma” dedi.
Roman bir arkadaşım vardı, neden bilmiyorum bu şopar kelimesi ağzıma sevimli, tatlı bir şeymiş gibi yer etmiş ve çocuk roman olduğunu söylediğinde “anam sen şupar mısın be ya” demiştim. Çocuk da bana “çok tatlısın tuniş ama şopar köpek demek bence bunu kullanma…” demişti. (hazin bir hikaye) Neyse demek istediğim şu; eğer eşinin başkasından çocuğu olduğu için bu çocuğa şopar dediyse neden acır ifade, sanki daha çok başına kalan bir angarya gibi bir ifade olmalı. Ha eğer “bu sübyanın suçu ne napayım ben de aldım yanıma” ifadesi yaratmaksa amaç şopar oraya anlam bakımından uymuyor gibi. Gerçi bunu belki de salonda bir tek ben biliyordum, ama yine de düzeltilmeye değer diye düşünüyorum.
Bakalım, eğer bilet bulmada sorun yaşamazsam sezonun son oyununa da gitmek istiyorum. Gidince neler değişmiş onları da paylaşırım.
Bu stoxu bitirmeden önce tiyatronun “arka taraf” ve “ön taraf” ile bir bütün olduğunu belirtmek istiyorum. O yüzden tek tek okusanız da okumasanız da ben tüm ekibin adının burada yer almasını bir borç biliyorum.
Bir başka sanat stoxumda görüşmek üzere.
Yazan. Güngör Dilmen
Rejisör: A.Sinan Pekinton
Dekor Tasarımı: Hasan Yavuz
Kostüm Tasarımı: Ceren Karahan
Işık Tasarımı: Zeynel Işık
Müzik – Koropetitör: Nedim Yıldız
Hareket Ve Dans Düzeni: Asena Melikoğlu
Dramaturg: Orhan Karataş
Asistanlar: Güneş Altınbaş – Sibel Günday
Sahne Amiri: Pınar Güldü
Kondüvit: Hüseyin Ataseven
Işık Kumanda: Şefaat Salcı
Suflöz: Kevser Burcu Tezel
Aksesuar Sorumlusu: Serkan Ilıcakaya
Dekor Sorumlusu: Erdal Taşdemir
OYUNCULAR:
Mahitab: Ebru Uysal
Firuz Bey: Ali Fuat Davutoğlu
Abidin: Ergin Özdemir
Kuş Hüseyin: Özgür Cengiz
Artin: Özgür Deniz Kaya
Seyrekbasan: Burçak Kaya
Hidayet Bülbül: Tamay Açıkel
Ablasıgüzel: Volkan Demirer
Merzuka: Sinem Lökbaş
Kadınlar:
Meray Saygı
Ezel Erkman
Fikriye Musluoğlu
Gül Öz
Öykü Yılmazer
Buse Çağla Çelik
Dilek Ersoy
Nane Şekerci Halis/Kömürcü Çırağı: Cem Sel
Saray Adamı/Sünnetçi/Garson: Kağan Tekin
Saray Adamı/Garson/Halk: Volkan Çendik

AYŞE OPERETİ -Oyun Analizi

“Aman Ayşe’m, canım Ayşe’m Gel aç şu duvağı. Uzat bana alevlenen O yangın dudağı.” Ayşe Opereti’ni yaklaşık iki hafta önce izledim...