Herkese merhaba. Bir stoxumda bu ay yapılacaklar listemde keşfedeceğim yerler arasında Refik Ahmet Sevengil Tiyatro Kütüphanesi’nin olduğunu yazmıştım. Bu hafta bu hedefimi gerçekleştirdim ve şimdi size bu yeni keşiften bahsetmek istiyorum.
Ulus’ta hep önünden geçip durduğumuz evkaf apartmanı… 1928’de yapımına Mimar Kemaleddin tarafından başlanan ve 1930’da tamamlanan Ulus’un bence en güzel binası. Daha çok bu adıyla ve bu yönüyle değil de Küçük Tiyatro binası olarak bildiğimiz bina.
Nasıl ulaşacağım ben buraya diye bir öne bir arkaya giderken güvenliklerden öğrendiğim kadarıyla arka girişten üçüncü kata çıkarsanız tiyatro eserlerinden oluşan bir arşiv kütüphanesiyle karşılaşıyormuşsunuz. Ana cadde tarafındaki girişinden girip beşinci kata çıktığınızda da Ahmet Refik Sevengil Tiyatro Kütüphanesi ile… Ben arşiv kısmı görmedim, açıkçası sitedeki görsellerden de dolayı dijital kütüphane daha çok ilgimi çekmişti ve bir an önce orayı görmek istiyordum.
Hemen fıtı fıtı ön tarafa geri döndüm ve beşinci kata çıktım. Asansör bile o kadar tatlıydı ki, o eski kabin tipi asansörlerden. Sürgülü kapıyı açıyorsunuz, dolap kapağı gibi olan kapaklarını açıyorsunuz, içeri girip sürgüyü kapatıyorsunuz ve sonra da dolap kapağını tabi. Sürgüyü kapatmazsanız çalışmıyormuş, eskinin akıllı sistemi.
Hemen fıtı fıtı ön tarafa geri döndüm ve beşinci kata çıktım. Asansör bile o kadar tatlıydı ki, o eski kabin tipi asansörlerden. Sürgülü kapıyı açıyorsunuz, dolap kapağı gibi olan kapaklarını açıyorsunuz, içeri girip sürgüyü kapatıyorsunuz ve sonra da dolap kapağını tabi. Sürgüyü kapatmazsanız çalışmıyormuş, eskinin akıllı sistemi.
Sırf şöyle bir asansöre bindim diye bile aşırı sevindirik bir haldeydim ve beşinci kata ulaştığımda neler göreceğimin heyecanıyla kütüphaneye ulaştım.
Camlardan dışarı baktığınızda harika bir gençlik parkı manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Aşağıda bir yerlerde günlük hayatının telaşıyla bir o tarafa bir bu tarafa koşturan insanlar görüyorsunuz. Daha az önce içinde bulunduğum insanlardan ve o koşturmacadan bir saatliğine kendimi çekip almıştım ve şimdi onlara dışarıdan bakıyordum. Benim için bir parmak görünen mesafeye hemen ulaşmak için onların telaşla koşması…
(Bu son cümleyi tutup bir sürü şey yazarım ben şimdi ama neyssseh.)
Camlardan dışarı baktığınızda harika bir gençlik parkı manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Aşağıda bir yerlerde günlük hayatının telaşıyla bir o tarafa bir bu tarafa koşturan insanlar görüyorsunuz. Daha az önce içinde bulunduğum insanlardan ve o koşturmacadan bir saatliğine kendimi çekip almıştım ve şimdi onlara dışarıdan bakıyordum. Benim için bir parmak görünen mesafeye hemen ulaşmak için onların telaşla koşması…
(Bu son cümleyi tutup bir sürü şey yazarım ben şimdi ama neyssseh.)
Size biraz içeriyi anlatayım; asansör gibi, belli bir dönemden kalma görünen iç dekorasyon, daha içerilerde küçük bir bölmede dijital arşivden araştırma yapılabilmesi ve kayıtların izlenebilmesi için hazırlanmış dört bilgisayar ve bir minik cafe. Her camın yanında ayrı ekoseli perdeler, yine ekose desenli koltuklar… Bence her şey olması gerektiği yerde ve olması gerektiği kadardı. Sırıtık bir şekilde her ayrıntıya baktıktan ve çalışan herkesle tek tek konuştuktan sonra dijital arşivi incelemek istedim. Bunun için size girişte kulaklıklar için tek kullanımlık kılıf veriyorlar. Hijyen önemli tabi.
Neyse kılıfımı da aldım geçtim bir bilgisayarın başına. Öncelikle şunu belirteyim arşiv 1949’dan beri devlet tiyatrolarında oynanan her oyunu bünyesinde barındıran zengin bir arşiv. E haliyle de önünüze bir katalog çıkmıyor. Daha doğrusu çıkamıyor. O yüzden aklınızda bir oyunla giderseniz arama yapmanız daha kolay olur. Ben önce Mehmet Ali Erbil’e ödül kazandıran Küheylan’ı araştırdım. Oyun yanlış hatırlamıyorsam 1979’da oynanmış ve Erbil daha 16 yaşındaymış ancak insanlar o performanstan çok fazla etkilenmişler. Merak ediyordum ama bulamadım dijital kaydı. Oyun afişi, oyuncu kadrosu ve bazı görseller var tabi ama video kaydı yok. Anladığım kadarıyla video kayıtları 1980 sonrası için var.
Sonra aklıma bir şey geldi. DI DINNN!
Hemen önceki gün Fosforlu Cevriye’yi izlemiştim ve bir önceki stoxumda da bahsettiğim gibi bir şeyler içime sinmemişti oyunda ama ne olduğunu da anlayamamıştım. Sonra dedim ki Gülriz Sururi’nin yönetmenliğini yaptığı Fosforlu’ya bir bakayım. Çok değil açıkçası on beş belki yirmi dakika izledim sadece ve o garip hissin nedenini anladım.
Önceki akşam izlediğim oyunda açılıp kapanan bir perde yoktu ve çok fazla da sahne geçişi olan bir oyun. E haliyle tüm sahne geçişlerini görüyorduk. Evet geçişlerde sahne karartılıyordu ama yine böyle bir mavi ışık yansıtılıyordu sahneye (sanırım oyuncular düşmesin diye, anlamadım). Dolayısıyla duygunun en yoğun olduğu sahnelerde tam gözüm dolacakken ışıklar kararıyordu ve o mavi ışık yüzünden az önce birbirine sarılıp ağlamış karakterlerin “hadi bakam diğer sahne” diyerek koşturmasını görüyorduk. Sanırım oyuna en çok bu yüzden girememişim. Ayrıca daha önceki yazımda Fosforlu’yu canlandıran kişinin aslında Fosforlu castı olmadığını anlatmıştım. Gülriz Sururi’nin Fosforlu’sundaki Fosforlu’yu canlandıran Feray Darıcı’yı görünce içimdeki ses “HEH İŞTE BU” dedi. Güzel ve karakteristik bir yüz, makyajlı ama yüzünde kirli kalmış bir makyaj. Cildi yağsı görünüyor, saçları da ama etkileyici uzun boylu bir kadın. Ayrıca diğer seks işçisi kadınlar da kılıklarıyla kıyafetleriyle tam oturmuşlardı rollerine. Sururi’nin Fosforlu’sunda da sahnede perde yoktu. Onun yerinde hareketli dekor kullanmışlardı. Kocaman ve üçe bölünmüş bir daire ve bir bölme Barba’nın meyhanesi, bir bölme düşünce suçlusunun evi, diğeri de sokak, liman şeklinde değişen bir bölme… Dolayısıyla sahne geçişlerinde sahne tamamen karartılabiliyordu çünkü yapılacak değişiklik daireyi döndürmekle de çok rahat yapılabiliyordu. O yüzden bir duyguyu aldıktan sonra orada kalabiliyordunuz. İki oyun arasındaki en büyük fark bu.
Kısacası tam yerine rast gelmiş, manzara koymuşlardı…
Neyse kılıfımı da aldım geçtim bir bilgisayarın başına. Öncelikle şunu belirteyim arşiv 1949’dan beri devlet tiyatrolarında oynanan her oyunu bünyesinde barındıran zengin bir arşiv. E haliyle de önünüze bir katalog çıkmıyor. Daha doğrusu çıkamıyor. O yüzden aklınızda bir oyunla giderseniz arama yapmanız daha kolay olur. Ben önce Mehmet Ali Erbil’e ödül kazandıran Küheylan’ı araştırdım. Oyun yanlış hatırlamıyorsam 1979’da oynanmış ve Erbil daha 16 yaşındaymış ancak insanlar o performanstan çok fazla etkilenmişler. Merak ediyordum ama bulamadım dijital kaydı. Oyun afişi, oyuncu kadrosu ve bazı görseller var tabi ama video kaydı yok. Anladığım kadarıyla video kayıtları 1980 sonrası için var.
Sonra aklıma bir şey geldi. DI DINNN!
Hemen önceki gün Fosforlu Cevriye’yi izlemiştim ve bir önceki stoxumda da bahsettiğim gibi bir şeyler içime sinmemişti oyunda ama ne olduğunu da anlayamamıştım. Sonra dedim ki Gülriz Sururi’nin yönetmenliğini yaptığı Fosforlu’ya bir bakayım. Çok değil açıkçası on beş belki yirmi dakika izledim sadece ve o garip hissin nedenini anladım.
Önceki akşam izlediğim oyunda açılıp kapanan bir perde yoktu ve çok fazla da sahne geçişi olan bir oyun. E haliyle tüm sahne geçişlerini görüyorduk. Evet geçişlerde sahne karartılıyordu ama yine böyle bir mavi ışık yansıtılıyordu sahneye (sanırım oyuncular düşmesin diye, anlamadım). Dolayısıyla duygunun en yoğun olduğu sahnelerde tam gözüm dolacakken ışıklar kararıyordu ve o mavi ışık yüzünden az önce birbirine sarılıp ağlamış karakterlerin “hadi bakam diğer sahne” diyerek koşturmasını görüyorduk. Sanırım oyuna en çok bu yüzden girememişim. Ayrıca daha önceki yazımda Fosforlu’yu canlandıran kişinin aslında Fosforlu castı olmadığını anlatmıştım. Gülriz Sururi’nin Fosforlu’sundaki Fosforlu’yu canlandıran Feray Darıcı’yı görünce içimdeki ses “HEH İŞTE BU” dedi. Güzel ve karakteristik bir yüz, makyajlı ama yüzünde kirli kalmış bir makyaj. Cildi yağsı görünüyor, saçları da ama etkileyici uzun boylu bir kadın. Ayrıca diğer seks işçisi kadınlar da kılıklarıyla kıyafetleriyle tam oturmuşlardı rollerine. Sururi’nin Fosforlu’sunda da sahnede perde yoktu. Onun yerinde hareketli dekor kullanmışlardı. Kocaman ve üçe bölünmüş bir daire ve bir bölme Barba’nın meyhanesi, bir bölme düşünce suçlusunun evi, diğeri de sokak, liman şeklinde değişen bir bölme… Dolayısıyla sahne geçişlerinde sahne tamamen karartılabiliyordu çünkü yapılacak değişiklik daireyi döndürmekle de çok rahat yapılabiliyordu. O yüzden bir duyguyu aldıktan sonra orada kalabiliyordunuz. İki oyun arasındaki en büyük fark bu.
Kısacası tam yerine rast gelmiş, manzara koymuşlardı…
Evet tabi şunu da biliyorum bu hareketli dekorlar vs. belli bir prodüksiyon istiyor. Peki sırf prodüksiyon eksikliğinden dolayı, örneğin bu oyun, sahnelenmemeli mi? Benim görüşüm, onca oyun arasından seçilen oyunun her şeyiyle iyi bir şekilde sahneye konulması gerektiği… Bilmiyorum bu benim çıkıntılığım mı yoksa herkes bu kadar dikkat eder mi bilmiyorum ama dekorların duruş açısından repliği olmayan ama sahnede o an durması gereken oyunculara kadar her şeyi inceliyorum şahsen. O yüzden izlediğim bir oyunda her şeyin her şeyiyle iyi olmasını istiyorum. Ayrıca bir başka açıdan düşünürsek, bu oyuna da bir bütçe ayrıldı ve ayrılan o bütçe ile belki bir başka oyun her şeyiyle mükemmel oynanacaktı?
Belki her şeyiyle tamam olacak oyunlardan vazgeçip bir başka oyunu yarı güzel oynadılar? Bu biraz da oynamak için oynamak gibi geliyor bana. Bunu da bir sanatsever olarak tasvip etmiyorum haliyle.
Belki her şeyiyle tamam olacak oyunlardan vazgeçip bir başka oyunu yarı güzel oynadılar? Bu biraz da oynamak için oynamak gibi geliyor bana. Bunu da bir sanatsever olarak tasvip etmiyorum haliyle.
O zaman tam yerine rast gelecek, manzara koyulacak diğer oyunlara diyelim, olsun o kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder