Benim çok çeşitli bir çevrem var.
Onca çeşitliliğin ise bir tek özelliği… O da dert edinmek.
Hayatlarının ekseninde önemli buldukları, tutkuyla bağlandıkları o “şey” her neyse onu dert edinen insanlarla çevriliyim. Bu pazartesi bu “bir şeyleri dert edinen tanıdıklarım” furyasına bir ekip daha eklemlendi. Bu seferkiler sanatı dert ediniyorlar. Bu seferkiler tiyatro için her şeylerini ortaya koyuyorlar.
Ben bu yazıların hiçbirini birilerini övmek için yazmıyorum ama o kadar alışkın değiliz ki severek yapılan işleri görmeye, o kadar uzak düştük ki dert edindiğine kafa yoran insanlara, gençlere; belki de baştan sona methiye dizdiğim bir analiz olacak. Uzun olabilir, ona göre çayınızı neyim kapıp gelin.
Kitaba ne kadar aşinasınız bilmiyorum. Ben okumamıştım (sad but true) ama çok fazla insanın elinde gördüm. Bu oyunu izleyeceğimi bir ay öncesinden bilsem de kendime küçük sürprizler yapmak istedim ve ısrarla da okumadım (neden böyle ruh hastalıklarım var bilmiyorum. neyse)
İşte bu yüzden kitap-oyun uyumu hakkında yorum yapamayacağım. Ancak genel olarak bu ekibin bu oyunuyla ilgili bir bilgilendirme yapabilirim.
Oyun 17 Ekim’de İstanbul’da prömiyer yapmış ve Ankara ekibin dördüncü oyunuymuş. Yaş ortalamaları da 21… New York Theatre Academy’nin mezun bebekleri bu oyun için altı ay kadar form çalışmışlar, iki ay boyunca günde minimum altı, maksimum dokuz saat prova almışlar, antrenman yapmışlar. Defalarca makyaj tasarımı yapılmış, hatta bazı provalar ciddi ciddi ormanda alınmış…
Bunun dışında benim oyunla ilgili en çok beğendiğim şey, oyunun tüm salonda oynanması. Gerçekten interaktif bir oyundu, çocuklar her yerdeydi ve o kadar yakınımıza girip o kadar yokmuşuz gibilerdi ki bir ara zamanda yolculuk yapıyorum, ben onları görüyorum ama onlar beni görmüyor sandım. Ben aslında yoğum sandım. Güzel bir his, güzel bir sahne/salon hakimiyeti.
Şimdiiii, gelelim ayrıntılara. Eğer diğer oyun analizlerimi de okuduysanız artık şunu biliyorsunuzdur; tiyatro bir bütün işi. Sahnede gördüklerimiz o halini alana kadar belki sahne önünden daha fazla çaba arkasında gösteriliyor. Ben de sahnede bir iki saat içinde gördüğümüz güzelliklere sebep olan herkese değinmeden rahatlayamıyorum. Bu da benim gıyaben de olsa güzelliklerini takdir ediş biçimim, ahde vefam diyelim. Bu oyunun ekibi hakkında da detaylı bilgi istediğim için oyun yönetmeni ve New York Theatre Academy’nin kurucularından Onur Atacan ile iletişime geçtim. Şimdi de becerebildiğim kadarıyla, ondan edindiğim bilgileri ve aldığım güzel enerjiyi size aktarmaya çalışacağım.
Dekorlardan başlayalım malum dikkat ettiyseniz dekorlar konusunda değişik bir takıntım var. Bu oyunun da dekorlarının çok güzel olduğunu düşünüyorum. İki koca dağ, bir tane de mağara vardı sahnede. Özellikle ikinci perdede sürekli üzerine çıkıp çıkıp atlanan dekorlar bunlar… Onur hocanın dediğine göre 250 kiloyu taşımaları gerekiyormuş. Hatta hemen yeri gelmişken de söyleyelim bu güçlü dağlar ve mağaralar Mehmet Emin Kaplan’ın ürünüymüş. Bunların dışında çalılar, kayalar ekibiyle beraber Onur hocanın elinden çıkmış.
Oyunda beni çok etkileyen birkaç şeyden biri, özellikle “ilkellik” anlarında yanıp sönen beyaz ışık. Bu ışıkların tasarımı da Onur Atacan ve Turap Başel’e aitmiş. Gerçekten o anlarda hipnotize olduğumu hatırlıyorum. Öyle ki bir ara benim de kalkıp unga bunga dansı edesim geldi. Tabi sonra dedim ki ” Sakin ol Tunara ‘o Simondı…’ travmasını atlatamazsın sen.”
(araya böyle minnak spoilerlar sıkıştırıyorum ki merak edin, gidin izleyin)
Bakıldığında bu çocuklar oyunu neredeyse baştan sona yarı çıplak oynadılar, altlarında bir tane krem rengi penye şort vardı (gördüğüm kadarıyla) . Bu çok basit gelebilir, sonuçta neredeyse kostümsüz oynanan bir oyun var ortada ama -eğer kostümlerin bu şekilde olması kitapta spesifik olarak belirtilmediyse- ben bunun oldukça güzel ve yerinde bir tasarım olduğunu düşünüyorum. O çocukların yer yer çocukluğunu, yer yer ilkelliğini yüzümüze vuran bir şey gibi geldi bana. Lekelendiklerinde tamamen lekelendiler, safken tamamen saftılar ve biz bütün ayrıntıları gördük orada… OLAĞANTEŞEM! Tabi bu bahsettiğim ilkellik halleri ve lekelenme anları bu kadar ayrıntılı yansıdıysa bize, makyajın etkisi çok büyük. Kostüm ve makyaj tasarımcısı Yağmur Akçay, çocukların adada elde edebilecekleri malzemelerden boyalar üretmiş, önce kan yapmış sonra da beyaz renk için pat yerine beyaz kil kullanmış. Eğer bunu puanlasaydım, oyuna gerçekten yaşanıyormuş gibi yaklaşmasına bile 10/10 verirdim.
Gelelim oyuncularaa…
Şimdi bunlar küçük çocukları oynadıkları için benim de izlerken ablalık içgüdüm kabardı sanırım yer yer. Gidip gidip sarılmak istedim üzüldüklerinde, yalnız hissettiklerinde. Bu hissin kabardığı birkaç çocuktan biri de Ralph idi. Ralph rolünde Hilmi Turan’ı izlemişiz (isimleri sonradan öğrendiğim için geçmiş zaman kullanıyorum). Ben kendisinin tam olarak gerçek yaşını bilmiyorum ama o kadar güzel çocuk olmuştu ki. O uçarılık, bir aklı hep oyunda ama lider olduğu için de sorumluluk da hissediyor. Karizmatik, korkusuz bir lider.
Çok tatlıydı.
Ekibin (yanlış anlamadıysam) çoklu kişilik bozukluğuna sahip ama kendi aralarında “garip” diye adlandırdıkları bir Simon’ları (Berk Sunar) vardı. Simon’a dair sadece şunu söyleyebilirim, benim için oyunun asıl koptuğu nokta Simon’ın bu halini öğrendikten sonra oldu. İki karakter arası geçiş yaparken oturduğum koltuğun kol koyma yerlerini sıktığımı ve nefes almayı unuttuğumu hatırlıyorum. Erken gittin be Simon, nur içinde yat…
Benim gözlerim kendimi bildim bileli bozuk, bazen göz kuruluğu problemi de yaşarım ve neden bilmiyorum belki de refleksif olarak bu zamanlarda gözlerimi sıkıp sıkıp bırakırım. Ancak üç dört kereden sonrası başımı döndürür. Şimdi bu gereksiz görünen ayrıntıyı neden verdim, ona gelelim. Domuzcuk (Serkan Şanlıtürk) gözlüklü, sürekli gözlerini kırpıştıran, her saniye gözlüğünü düzelten, tombiş ve ekibin belki de en “medeni” çocuğu. Ekibin vicdanı demek de doğru olabilir hatta. Çocukların -en azından bir kısmının- medeniyetten kopmamasını sağlayan çocuk. Bütün oyun boyunca nasıl inatla o gözleri sıktın bıraktın vallahi hayret, göz tansiyonuna sağlık arkadaşım!
Jack’i asıl canlandıran Berkay Habib sağlık sorunlarından dolayı yerini Ferhat Susan’a bırakmıştı. Berkay nasıl oynuyordu bilmiyorum ama biz seyirciler olarak Ferhat’tan hiç şikayetçi değildik. (hatta yanımdaki arkadaşım aşık oldu lol) İnatçı, dediğim dedik ve hatta freudyen bir tabirle baya id olarak karşımızda hoplayıp zıplayan bir kabile lideriydi o akşam. Yani ne yalan söyleyeyim kendisinden ürktüğüm sahneler bile oldu.
Eric (Burak Şeker) ve Sam (İbrahim Türksever) kardeşlerden bahsetmek istiyorum biraz da. Oyunun başından sonuna birbirlerinin laflarını tamamlamaları, bunda başarılı olunca birbirlerine çak yapıp gülüşmeleri aşırı sevimli gelmişti bana. Eric’in kardeşini bırakıp asilere katıldığı ve Sam’in de katılmak zorunda kaldığı o sahnede, açıkçası Eric’i bulunduğum açıdan tam göremedim ama Sam’in ifadesi o kadar tatlıydı ki… Yani olması gerektiği gibi desek daha doğru olur sanırım; çaresiz ama zorunda, ürkek ama uyumlu olması da gerek. Bir taraftan korkuyor ama bir gözü de hemen solundaki kardeşinde… Gel buraya Sam brother seninle de sarılalım.
Perceval’ımız (Binali Keskin) vardı bir de, oyuna sonradan dahil olmuş en zayıf halka. Korkudan kurtulmak için kötü olduklarını bile bile güçlü tarafa geçen zayıf halka. Günlük hayatla fazla bağdaşık bir tipoloji. Sahneye ilk girdiğindeki titreyerek konuşmasını unutmayacağım sanırım. Çok tatlıydı.
Gelelim belalı Jack’in iki deli yandaşına. Bill (Yusuf Sıkar) ve Roger (Batuhan Sakal). Onur hocaya da söylemiştim sanırım makyajlar içinde en çok Roger’ın makyajını beğendim. Zaten cast olarak bunun için yaratılmış gibi bir hali var, üstüne o makyaj da eklenince “eyw roger eyw” diyerek izledim oyunun sonuna kadar. Bill de ilk yarıda benim “sen üzülme gülüm incinme” diyerek bağrıma basasım gelen bebişlerden biriyken ikinci perdede nasıl öyle bir şeye evrildi, dont know. Hiç kabile hayatı görmemiş ya da yaşamamış insanların gerçekten bir kabile mensubuymuş gibi davranmasını aslında hala almıyor aklım. Gerçekten çok büyük bir emeğin ürünü olduğu aslında çok belli.
İyi ki varsınız arkadaşlar. Umarım kendinize hep sanatı dert edinirsiniz ve daha iyisini yapmayı kafanıza takarsınız.
Son olarak, oyunla ilgili konuşurken Onur hoca dedi ki:
– Onlarla gurur duyuyorum ve kendileriyle gurur duymaları için ömrümü feda edebilirim.
Ben bu çalışmanın bu kadar güzel olmasını, bu ekibin bu kadar bağlı olmasını işte bu cümleyle çözdüm. Instagram’dan takip ediyor musunuz beni bilmiyorum ama orada da aslında çok sık dillendirmeye çalıştığım bir şey bu benim: sevgi. Koşulsuz, karşılıksız sevgi. Tüm dünyanın sevgi için ve sevgiyle döndüğünü düşünüyorum. İşte bu katıksız sevgi (hatta güven ve gurur) ekibe de sirayet etmiş, ekipten sahneye taşmış, sahneden de bize ulaştı…
Kasım sonu gibi tekrar Ankara’ya geleceklermiş. Umarım izleme şansı edinirsiniz.
Şimdiden iyi seyirler dileyeyim. Sanatımız bol olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder