28 Eylül 2019 Cumartesi

Bil Bakalım Kim? -Adam Smith'in Kısa Öyküsü

Öncelikle başlatıyor olduğum yeni seriyi size biraz anlatmak istiyorum: Bil Bakalım Kim... 
Elimdeki kitapta iktisat bilimine yön vermiş on büyük bilim insanının hayatı, düşünceleri, nelere öncülük ettikleri ya da nelerden etkilendikleri yer alıyor. İçlerinde hikayesini bilmediğim ama adını duyduğum iktisatçılar olmakla birlikte hiç adını duymadıklarım da var.

Ben bu kitabı size on bölüm şeklinde özetlemeye karar verdim. Tahmin edebileceğiniz üzere her bölüme bir iktisatçı gelecek şekilde serimi oluşturmayı planlıyorum. 
Ve işte karşınızda ilk bölümümüz: Adam Smith.

“Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının iyilikseverliğinden değil, kendi çıkarlarını kollamalarından bekleriz.”

Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, 1. Kitap, 2. Bölüm

Minnak Bir Biyografi

Adam Smith, 5 Haziran 1723 tarihinde Kirkcaldy adında küçük bir İskoç kasabasında doğmuş. Babası o doğmadan beş ay önce vefat etmiş. Babasının vasiyetiyle eğitimini verecek özel hocaların ücreti ödenmiş ve babasının bu yatırımı sayesinde Glasgow Üniversitesi'ne on dört yaşında başlamış. Burada 18. yüzyıldaki İskoç Aydınlanması'nın öncü aydınlarından bazılarının etkisinde kalmış ki bunlardan en çok öne çıkan isim, ahlak kürsüsü başkanlığını da yapan Francis Hutchenson'mış. Daha sonra bir bursla Oxford Üniversitesi'ne geçmiş. Oxford'da altı yıl okumuş ve Glasgow Üniversitesi'ne geri dönmüş. Burada mantık dersleri vermeye başlamış. Hatta hemen ertesi yıl bir zamanlar hem hocası hem de ilham kaynağı olan Hutcheson'ın ifa ettiği ahlak felsefesi kürsü başkanlığı görevine layık görülmüş. Beni bu noktada en etkileyen şey, Adam Smith'in hiç ekonomi dersi öğrenmemiş ve öğretmemiş olması.

Kitapta yazıldığına göre dalgınlığına dair çokça hikaye varmış. Bir hikayede, Charles Townshend'e (bir dönemin maliye bakanı) tabakhane yakınlarında eşlik ediyor, serbest ticaretin faydalarını tartışırken bir anda devasa ve içi zehirli madde dolu bir tabakhane çukuruna düşüyor. (yalnız değilsin Adam amca, serbest ticaret bugün de bazı ülkeleri bazı çukurlara düşürüyor.) 
Bir başka hikayede bir gece geceliğiyle yürüyüşe çıkıyor, hayallere dalıyor ve gecenin bir yarısı çanlar  Adam amca İçin çalana kadar kendine gelemiyor -yalnız kendinde olmadığı sürede de kasabanın on beş mil dışına çıkmış...
Ve benim en sevdiğim hikaye; Adam amca bir gün çay demliyor, çaydanlığa da ekmek ve tereyağı atıyor (?) üstüne de bundan bir fincan içiyor (??). Sonra da diyor ki "hayatımda içtiğim en kötü çay" (???) 
Böyle anlatınca da adam meczubun tekiymiş gibi oldu. Neyse ki onu bunlarla hatırlamamamızın  ya da bilmememizin sebepleri var. İşte şimdi bu son paragrafla gözünüzde canlandırdığım gece yarısı sokaktaki pijamalı meczup profilini değiştiriyorum. Biraz da bu dalgın adamı "baba" yapan şeylerden bahsedelim.

Fikirlerin Zenginliği

Bizler Adam Smith'i daha çok Milletlerin Zenginliği kitabıyla biliyoruz. Ancak bu kitap, Smith yaşarken 1759'da yayımlanan Ahlaki Duygular Kuramı adlı kitabı kadar satmamıştır. Aslında bu kitabı incelersek (ki ben henüz birebir incelemedim-özetin özeti mahiyetinde şimdilik bu satırlar) Smith'e göre davranış kısıtları yapay bir otoriteden ziyade kişilerin içinden gelir. İnsanlar bencil olabilirler, ama gerçekte birbirlerine "mutluluk" verirler. Bunun tek sebebi de bunun neticesini görmekten hoşlanmalarıdır. 
Bu kitabı geniş kitlelere ulaştı ancak bununla da kalmadı, tabakhanede eşlik ettiği Townshend'in finansal desteğini de kazandı. Daha sonra Townshend, ergenlik çağındaki dük oğlunun eğitimi için Adam Smith'i oğlunun özel eğitmeni olmaya ikna etti. Bu sürecin bir kısmını Fransa’da geçirdi. Londra'ya döndükten sonraki on yılını beş ciltlik Milletlerin Zenginliği'ni yazarak geçirdi. Kitabın içeriği aslında adında saklı. Kİtap, toplumların ticari açıdan nasıl başarı kazandıklarını tespit etmeyi amaçlar. Bir ekonomi ders kitabı olmaktan ziyade, politika üretenleri bilgilendiren bir kitaptır. İlk cildi, emeğin üretici güçlerini ve bunun ürünlerinin toplumun farklı kesimlerine nasıl dağıtılması gerektiğinin üzerinde durur. İkinci ciltte servet birikimini, üçüncü ciltte de farklı ülkelerin neden farklı büyüme hızına sahip olduklarını inceler. Dördüncü cilt, merkantilizmi eleştirir. Son ciltte de devletlerin vergilendirme yoluyla gelirlerini nasıl arttırabilecekleri ve bu gelirlerini nereye harcamaları gerektiği üzerinde durur.

Görünmez El

Smith, refaha kavuşmanın tek yolunun sonlu olan servetin biriktirilmesi olduğunu söyler. Bu sistemde ülkeler birbirlerine mal satmalı ancak servetlerini başka ülkelere kaptırmamak için de gümrük tarifelerini yukarı çekmelidir."Doğal özgürlük" kavramına, insanların kendi kaynaklarını ancak diğer insanlarla rekabet halindeyken etkin kullanabilecekleri fikrine, odaklanır. Bu süreç en çok hangi faaliyetlerin yapılmaya değer olduğunu belirler. Sermaye nasıl en yüksek değeri yaratan sektörlere kayıyorsa, her bir işçi de en yüksek ücreti alabileceği işi hedefleyecektir.
Smith insanın sırf kişisel çıkarla hareket ettiğini söylemez, ama ona göre insanın kendisine bireysel açıdan en yüksek faydayı sağlayan yoldan gitmesi toplumun da iyiliğinedir. Bu düşünce mantıken, insanların verdiği milyonlarca karar bileşiminin, devletin tüm sistemi yönetmeye çalışmasından daha etkin bir kaynak kullanımı sağladığı bir ekonomi modeline, laissez-faire sistemine ulaşır.

"Bir zanaattan kimseler, güle eğlene zaman geçirmek için bile olsa, bir araya toplandılar mı, söz döner dolaşır; gelir, halk aleyhine kötü bir kasta ya da fiyatları yükseltmenin bir yolunu bulmaya dayanır."

Smith, şirketlerin piyasa koşullarını kendi lehlerine ayarlamak ve fiyatları yükseltmek için birlikte hareket edip güçlerini kötüye kullanmalarından endişe duyuyordu. O yüzden ona göre,  gerçek anlamda bir serbest rekabet olduğu takdirde kartellerin de önüne geçilmiş olacaktı. Çünkü kartelin belirlediği fiyatı kırmak için sermayesini o sektöre kaydıran yeni işletmeler olacaktı. 

"Emeğin üretici güçlerindeki en büyük gelişmenin (...) çoğu, anlaşılan işbölümünden ileri gelmiştir."

İşbölümü kavramı kitabın tamamına yayılmıştır. Bugün verimlilik diye adlandırdığımız şeyi bize anlatmak için bizi bir çivi fabrikasına götürür. Eğitimsiz bir işçinin el yordamıyla günde bir ya da iyi ihtimalle bir avuç çivi üretebildiğini fark eder. Ancak işi on sekiz ayrı işe bölerek on işçiye dağıttığında daha çok çivi üretilmektedir: 48000 çivi. Yani işçi başına 4800. Peki verimliliğin %4800 artmasını nasıl sağlarsınız? Smith bunun için üç şey tespit etmiş:
  1. Her işi yapan işçi yerine belirli bir alanda çalışan işçi. Dolayısıyla kişilerin el yatkınlığı da artar.
  2. Her işçi kendi işiyle meşgulken makine ve teçhizat değiştirmek zorunda kalmaz. Dolayısıyla zaman tasarrufu sağlanır.
  3. Makinelerin işi kolaylaştıracak şekilde tasarlanmasını teşvik eder.

Uluslararası Ticaret

Smith uluslararası ticaret konusunda, ülkelerin neden en ucuza mal ettikleri şeylerde uzmanlaşması gerektiğini açıklar. Yabancı bir ülke bir metayı bizim üretim maliyetimizden daha ucuza bize satabiliyorsa, o halde bu metayı satın almak daha mantıklıdır. Ekonomistler buna "mutlak üstünlük" der. Smith buna örnek olarak İskoç şarabının üretilmesini örnek verir. Aynı miktarda şarabı Fransa ya da şarap üreten başka bir ülkeden ithal etmek için gereken sermaye bunun otuz katıysa, İskoçya'nın kendi şarabını üretmesinin "çok iyi" olduğunu söyler. Devletlerin yerel endüstrileri korumak adına ithalat vergisini yükseltme girişimlerinin ise zararlı olabileceğini görmüştür, zira böyle ülkeler hane halkını aksi bir durumda daha ucuza alabilecekleri malları daha pahalıya almaya zorlamış olurlar.

Piyasa Mekanizması

Smith, emtia fiyatlarının onları üretmek için ihtiyaç duyulan ücret, kar, ve kiranın seviyelerine göre değişiklik gösterdiğini tespit etmiştir. Bir meta satın alırken ödediğimiz fiyatı "piyasa fiyatı" olarak adlandırır. Emtia fiyatlarının esas fiyata doğru sürekli yukarı ve aşağı yönlü hareket içerisinde olduğunu görmüştür. Bu süreci mümkün kılanın serbest piyasadaki rekabet olduğunu görmüştür.

Devletin Rolü

Kitapta en uzun konu bu bölüme ayrılmıştır. Bu bölümde vardığı sonuçların çoğu kamu sektörüne dair günümüze dek uzanan tartışmaların temelini oluşturur. 
Vergi yükünün daha çok en yüksek ödeme gücüne sahip kişilerin taşımasını daha doğru buluyordu. 
Vergilendirmenin dört prensipte yürütülmesi gerektiğini düşünmüş ve bunları şu şekilde belirtmiştir:
  1. adalet: insanların kendi gelirleri oranında vergi ödemesi. 
  2. kesinlik: vergilendirme keyfi olmamalıdır, devlet kişilerin ne zaman ve ne kadar vergi ödeyeceğini belirlemelidir.
  3. uygunluk: vergiler, vergi mükelleflerinin yaşamlarına uygun bir yolla tahsil edilmelidir. örneğin; vergi ödeme tarihiyle kiraların ödenme tarihleri denk düştüğünde kira vergisinin daha rahat ödendiğini fark etmiştir.
  4. iktisadilik: vergi sistemini işletme maliyeti asgari bir seviyede tutulmalıdır, vergi gelirleri ancak bu sayede idare masraflarına harcanarak çarçur edilmez ve vergi oranları da olabildiğince düşük tutulmalıdır.

Adam Smith’in Dirilişi

1930'lardaki Büyük Buhran politikacıları, piyasadaki aksaklıkları düzeltmek için John Maynard Keynes 'in yazdıklarına tutunmaya çalıştıklarında Smith'in modası geçti. Ancak komünizm 1980'lerde Rusya ve Doğu Avrupa'dan çekilmeye başladı. Devletin ekonomik hayata hakimiyeti ekonomik büyümeyi frenleyen unsurlar olarak görülmeye başlandı. Böylece Smith'in politikaları bir kez daha ilgi uyandırmaya başladı. Birleşik Krallık'taki Margaret Thatcher ve ABD'deki Ronald Reagan -ve danışmanları- devleti ekonomik hayattan çekme, emek ve finansal piyasalardaki kısıtlamaları kaldırma girişimlerini meşrulaştırmak onun fikirlerine tutundular. Popüler bir şehir efsanesine göre, Thatcher'ın o ünlü el çantasından Milletlerin Zenginliği kitabını eksik etmediği söylenir ve Thatcher kendi yazdığı Devlet İdaresi kitabında görünmez eli "dinçleştiren bir özgürlük rüzgarı" olarak tarif etmiştir.
Reagan'ın vekil yardımcılarından biri olan Bruce Chapman'ın ilettiğine göre Smith Reagan'ın gözünde bir kahramandı. Reagan'ın cenazesinde küçük Adam Smith figürlü kravatlarını yad eden Chapman'ın yaptığı konuşmanın bir kısmı şu şekilde: "Washington'daki her muhafazakar erkeğin aksesuarıydı bu kravatlar. Çeşitleri de vardı: yeşil Adam Smith kravatları, kestane rengi Adam Smith kravatları, kırmızı, beyaz ve mavi Adam Smith kravatları. Reagan üçüncü kez başkan olabilseydi tahminimce Adam Smith şapkaları ve yağmurlukları da çıkardı." 
İlginç bir fanboyluk Reagancım.
Artılar/Eksiler
Kendi neslinin parlak zekalarından olduğu ortada. Ancak fikirleri günümüz dünyasında ne kadar yer buluyor dersiniz? Bugün hemen hiçbir hükümetin kartel oluşumlarına izin vermediğini biliyoruz. Keza ekonomik zenginliğin para biriktirmekten ziyade ticaret ve ekonomik faaliyetle yaratılabileceği fikri de günümüzün birçok ekonomisine sinmiştir. Ancak yine de birçok ülke serbest ekonomiyi kabul etseler de devletİn ekonomiye müdahalesine olumlu bakıyorlar. Ayrıca herkes de ona eşit derecede hayran sayılmaz. Sonuçta düşünceleri serbest piyasayı savunan kişileri etkilerken karşı kanadın da itiraz ettiği bir görüş olarak beliriyor. 
EKSTRALAR
Önsözünde yazar Phil Thornton kitabı “ekonomi bilgisine sahip olmayan herhangi birinin biyografi tadında okuyabileceği bir kitap” şeklinde tanımlamıştı. Buna katılıyorum. Kitabın dilini oldukça sade buldum. Gerçi okuduğum ilk bölüm daha, izleyen bölümlerde neler olur bilemiyorum ama en azından bu bölüm İçin şunu söyleyebilirim bize sayısal bir biçimde anlatılan kuramların üzerinde durulmamış. Sadece mantığı anlatılmış. “İşte böyle de biri geçti bu dünyadan, geçiyorken de bunları bunları dedi.” şeklinde. 
Bunun dışında kitapta şöyle bir güzellik var, adeta bir ders kitabı her bölüm sonuna ilginizi çektiyse diye ekstra okuma koymuşlar. Ben de ilginizi çekerse diye buraya bırakıyorum:
Eamonn Butler, Adam Smith, Institute of Economic Affairs, 2007.
Ian Simpson Ross, The Life of Adam Smith, Oxford University Press, 2010.
Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, İş Kültür Yayınları, XI. Basım, 2006.

Şimdilik bu kadar. İkinci iktisatçımız David Ricardo'da görüşmek üzere.

15 Eylül 2019 Pazar

İLK OKUMA- Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Genel Görüş

Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki ne bir İlber Ortaylı kitabına ne de Atatürk'ü anlatan herhangi bir esere olumsuz görüş bildirmem pek de mümkün değil...
Kitap genel anlatım bakımından çok da alışılmış bir Mustafa Kemal biyografisi değil. 
"1881'de Selanik'te doğdu." lar yok açıkçası içinde. Zannımca İlber hoca ne zaman doğduğu, hangi okullara gittiği, hangi cephelere komutanlık ettiği gibi bilgilere vakıf olduğumuz varsayımıyla kitabı kaleme almış. Yazarının zaman zaman ve fırsat buldukça birebir iletişim kurabildiği o dönem insanlarıyla anıları, okudukları, gördükleri ile bezenmiş güzel bir kurgusu var. Dolayısıyla aslında yalnızca Mustafa Kemal'e değil, 19. yy ve 20. yy boyunca dünyanın siyasi ilişkilere ve onunla birlikte adını sık sık duyduğumuz komutanların -hatta bazen belki de duymadığımız önemli şahısların da- kısa kısa biyografilerine yer verdiği bir kitap olmuş. Kitabın en sevdiğim özelliği de aslında bu oldu; biyografi diye aldığım kitap, elimde onlarca başka biyografiye bölündü. 

Beni En Çok Neler Etkiledi?

Ben sanırım kendimi bildim bileli Kurtuluş Savaşı yıllarından çok etkileniyorum. Hatta bu süreci 1. Dünya Savaşı'ndan da alabiliriz. O yokluk yıllarında dahi insanların gerçek anlamda "herşeyiyle" bu sürece katılması, Ankara'da ilk meclis yılları, insanların gerçek anlamda bir "Ya istiklal, ya ölüm" davası gütmeleri... Beni küçük bir çocukken de en çok bunlar etkilerdi ve yine özellikle o yıllar etkiledi. Ha bir de tabi kitabın son sayfaları, konusu da Atatürk'ün son zamanları...
Küçükken Sarı Zeybek belgeselini ağlayarak izlerdim. Arka planda söylenenler, bu esnada akan görüntüler beni çok etkilerdi. Ancak bu kitabın sonunda aynı romantizm yoktu ve ne yalan söyleyelim bu bana biraz daha iyi geldi. Daha doğrusu, daha doğru geldi. Çünkü evet Atatürk bir dehaydı. Üstelik yalnızca biz için değil, tüm dünya tarihi için bu böyleydi. Keza hala da böyledir... Ancak o ardından romantizmden ziyade realizmle hatırlanması gereken bir şahsiyettir, diye düşünüyorum. Bahsettiği, onu görmenin yüzünü görmekten öte; fikirlerini, duygularını anlamak olduğu sanki realist bir bakışla ona baktığımızda yerine oturacaktır.

Bunların dışında "Atatürk ve Din" ve "Atatürk'ün Diktatoryaya Karşı Görüşleri" bölümleri de ilgimi çeken iki bölümdür.

Yer yer kendisinin sanata verdiği önemi anlatan paragraflar da mevcuttur ki bunları alıntılar kısmına yazmayı planlıyorum.

Kitabın konusu ve anlattıkları dışında beni en çok etkileyen şeylerden bir tanesi de kaynakça zenginliğidir. Defterime altını çizdiğim paragrafların sayfa numaralarını yazdığım kadar da dipnotlarda yer alan kitapları yazmışım... Bu da demek oluyor ki daha okunması gereken çok kitap var (ağlayan ifade)...


Alıntılar

  • Atatürk, yıpratılma seansları ile zarar görmeyecek, son derece önemli ve anıtsal bir siyasi portredir.
  • Sofya'daki ilk günlerinde operaya gitmişti. Balkanlar'da Sofya, Bükreş operasıyla birlikte en ünlü olanıdır. Kendisine refakat eden Sobranye (Bulgar Millet Meclisi) üyesi Şakir Zümre Bey'e o günkü temsilden sonra "Adamların Balkan Savaşı'nı niye kazandıklarını şimdi anladım" demiş.Opera bir tertip ve disiplin işidir  Wagner'in tabiriyle "gesamtkunstwerk" yani bütün sanatların ortaklığıdır. İran Şahı Türkiye'ye geldiğinde Reis-i Cumhur Atatürk'ün Özsoy operasını temsil ettirmesinde bu olayın payı aranmalıdır.
  • Dünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada Türkler olmasın. Türkler olmadan hiçbir önemli Avrupa devletinin milli tarihi incelenemez. Hiçbir Orta Doğu ülkesinin, hiçbir Rus-Slav ülkesinin milli tarihi ve kimliği Türkler hesaba katılmadan anlaşılamaz. Bu hususun üzerinde önemle durulmalı ve açıktır ki Türk cepheleri incelenmeye başlandıktan sonra Batı dünyası Birinci Dünya Savaşı'nı daha doğru anlamaya ve nitelikli olarak yazmaya başladı. Ondan önceki tarih yazımı nobran ve sathidir.
  • Mustafa Kemal'de kendisine verilen vazifenin ötesinde bazı atılımlar ve fedakarlıklarla örülen bir kişilik görülür. Mesela Trablusgarp Savaşı'ndaki gönüllülüğü ortadadır yahur istese Birinci Dünya Savaşı'nı da Sofya'da ateşemiliter olarak tamamlayabilirdi, çünkü Bulgaristan zaten müttefikimizdi. Mustafa Kemal ise ısrarla yazışarak muharebe hakkını istiyor. "Arkadaşlarım ateş hattındayken burada kalmam doğru değil" diyordu.
  • Vatan için savaşan, millet için ölen insanlar başka yerde yoktur.
  • Her milletin tarihinde Çanakkale Zaferi gibi abideler görülmez. Bizde vardır ve bu bütün Doğu'da tektir. Çanakkale Zaferi, çok kolay organize olan, direnebilen, tahammül edebilen ve belirli bir hedef etrafında ısrar eden bir ordu , kumanda heyeti ve toplum olduğumuzu gösterir. Cumhuriyet'i kuran da işte bu mayadır.
  • Esasen tarih birisini bir yere getirip koymuş ise onun üzerinde artık uydurma bilgi ile değerlendirme yapılamaz. Mohaç Zaferi'ni kazanan insanın mareşalliği konusunda tartışma yapılmaz, böylesi bir tartışma abestir. ... "İstiklal Savaşı'nı İngilizler yaptırdı." diye ortaya çıkarsanız, aklı başında bütün insanlar gülerler, hatta başta İngilizlerin kendileri gülerler. Çünkü böyle bir budalalık, böyle bir yorumun yeri yoktur! (şu satırları öpebilsem keşke)
  • 1526 'nın 29 Ağustos'undaki Mohaç Zaferi Avrupa tarihinin değiştiği bir olay, Türklerin imparatorluğunun zirve noktası kabul edilebilir. Hemen hemen 400 yıl sonra 30 Ağustos 1922'deki Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Muharebesi'nde kazanılan zaferse, Türklerin Küçük Asya'daki anavatanlarını savunmalarının zaferidir ve beklenen zaferdir.
  • Hatta şunu ifade edebiliriz; 26 Ağustos 1071 Türklerin Anadolu'ya giriş tarihidir, 26 Ağustos 1922 ise Anadolu'dan asla çıkmayacağımızın belgesidir.
  • Deha ancak çevresiyle parlar. Büyük adamların ideali kitlenin itaati ve tasvibiyle gerçekleşebilir. Gazi Mustafa Kemal Paşa geniş kitleyi kazanabilmişti.
  • Şunu da burada belirtelim ki Cumhuriyet'e giden yolda Gelibolu, Sarıkamış ve Haleb'de yaşananlar ve nihayet İstiklal Savaşı, vatan savunmasını bilen nadir milletlerden olduğumuzu göstermiştir. Büyük kumandanlarımız ve devlet adamlarımız her defasında ortaya çıkabilmişse, işgalcilere kafa tutup bağımsızlığı başarabildiysek, bunun bu topraklarda bir geleneği var demektir.
  • ... İstanbul Batılı istilacılar tarafından ikinci kez işgal edilmişti. İlki Bizans'taki Latin Haçlı işgalidir. İkincisi ise mütareke dönemiydi ve deyim yerindeyse Fatih Sultan Mehmet'ten sonra , bu defa Mustafa Kemal Paşa'nın Türk ordusu şehri yeniden fethedecekti.
  • Türkiye'nin en mühim zenginliği Türklüktür. ... Türklük tarih içerisinde göçebe dönemlerden beri dayanmayı, teşkilatlanmayı ve şartlara göre değişimi bilen bir sistemdir. ... Türk dünyası bir şekilde her zaman için vardır. Dolayısıyla bizim stratejik önemimiz de zenginliğimiz de Türklüğün kendisidir.
  • İsmet Paşa birçok reforma karşı çıkmakta birincidir. Fakat reformdan sonra ilk olarak kendisi uygulamıştır. Bu , maiyetteki akıllı bir devlet adamının en birinci vasfıdır. Bu vasıf, Osmanlı devlet adamında belirgindir; ne ki olmuştur, olmuştur; o halde yola devam felsefesi de denebilir.
  • Latin harflerinin kendini gizleyen bir taraftarı da Sultan II. Abdülhamid'dir. Ona göre, "Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir."
  • Güya o devirde duvara Kur'an asmak dahi suçmuş. Bu tavır Sovyet uygulamasını Türkiye tarihine eklemlemek veya düpedüz yakıştırmak oluyor. Stalin Rusyası hakkında duyulan bazı anlatımların bize yakıştırılmasıdır. Herkes nerede saklıyordu ki Kur'an'ı? Bizde mutlaka muhafaza altında ve bir ihtiramla, yüksek veya özel bir yerde durur.
  • "Menderes gelmiş Türkçe ezanı kaldırmış." deniliyor. Türkçe ezanın kaldırılması teklifi ilk Halk Partililerden gelmiştir. Sonra da CHP eskiye dönüşü desteklemiştir.Ayrıca Türkçe ezan kaldırılmadı, Arapça ezan cezai takibattan kurtuldu. İmam Hatip okullarını ve keza İlahiyat Fakültelerini de Halk Partililer başlattı. Başvekil Şemseddin Günaltay İlahiyat Fakültesi'ne cumhuriyetçi laik talebe topluyordu. Bu alanda bir dönüşüm olduysa şayet, CHP'ye rağmen olmamıştır.
  • Atatürk'ün istediği, muhalefetle belirli asgari düzeyde , belirli noktalarda uzlaşısı olsun idi. ... Uzlaştıkları noktalar bellidir; cumhuriyet ve laiklik...
  • Mesela Çankaya sofrasında Atatürk. sık sık 1929'dan sonraki uygulamalardan rahatsız olduğunu söylemekte, hatta diktatörlükle bağlantılı ifadeler kullanıyor: " Bu vaziyetten hoşnut değilim, ben de fani bir insanım ve biz cumhuriyeti kendimiz için kurmadık ama görüntü bir çeşit diktatörlüktür. Yani oraya dönüşmüştür." demişliği vardır.
  • Kemalizmin eğitim konusunda Türklere, fakir veya zengin, göçmen veya yerli halk olsun büyük imkanlar açtığı bellidir. Bu, o dönemin Orta Avrupası'nda bile görülmez.
  • ... Büyük adamların pek azı böyledirler; ama daha azı vefatlarından sonra dahi özlenir. Bizim özlediğimiz gibi...
  • Gazi gayet mütevazı, görgülü ve nazik bir insandır. Müsrif ve aşırı tüketici olmadığı, hesaplı davrandığı açık. Balkanlar'da ve Şark'ta bu gibi önderler iktidara mütevazı adamlar olarak gelirler. Ancak arkalarında birçok çocuk ve akrabalardan oluşan zengin bir zümre bırakırlar. Atatürk iktidara geldiği gibi dünyayı terk etti. Emlakı ve parasını kamuya bıraktı, yakınındaki manevi kızlarına maaşlar bağladı
  • Çok iyi bir hatip olduğu da bir gerçektir. Alkolle olan ilişkisi uç derecede değildir. Sarhoş olup kendinden geçtiği vaki değildir. ... En çok kuru fasulye ve ayranı severmiş. Peynirli omleti de çok severmiş. Hiç küfür etmezmiş. Birine kızdığında söylediği laf "inatçı katır" olurmuş.
  • Kız kardeşinin anlattığına göre Ramazan ayı ya da kandil geceleri gibi özel zamanlarda çok ihtimamlı olurmuş. Bazen kendisi de oruçlu olduğu halde kız kardeşine iftara gidermiş. Annesi için Kur'an okuturmuş. Yine Ramazan ayı geldiğinde ince saz ekibini köşke sokmaz, meşhur sofrasında içkiye yer vermezmiş. Misafirleri arasında oruç tutan, namaz kılan olursa her türlü kolaylığı sağlatırmış. Çanakkale şehitlerinin ruhuna mutlaka her yıl dönümünde Kur'an okuturmuş. Kendisi de Kur'an okur, iyi okunmasını istermiş.
  • Okuduklarının başında Reşat Nuri Güntekin geliyor. ... J.J.Rousseau'nun İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserini fransızcadan derinlemesine okuduğu biliniyor.
  • ... Fakat şurası bir gerçek ki Türkiye'de her buhranda Kemalizm tekrar bir umut ışığı olarak her yaştaki insan, her sınıftaki kitleler tarafından benimsenmektedir. Dolayısıyla onu canlı hale getiren Türkiye'nin geçirdiği hızlı değişim ve o değişimde zaman zaman girdiği labirentteki çıkmazlardır. Türkiye gençliği, rengini kaybeden bir tarih anlayışı içinde, bir ara Kemalist inancı terk etse de şimdi Kemalist politika ve özlemle dünyaya bakabilmektedir. Bunun biçimlenmesi ön planda ve belki de yalnız, 1930'lardaki eğitim politikası ve kültürel örgütlenme olmalıdır.

İlaveler

Küçükken okuduğum kitaplarda anlamını bilmediğim kelimeleri hep anneme babama sorardım. Tabi ki karşılık olarak sözlüğe yönlendirilirdim. Şimdi de anlamını bilmediğim kelimeleri seçtim ve onları da buraya not etmek istiyorum:

anane: toplum bilim, gelenek.

nobran: davranışı kaba, sert ve gönül kırıcı olan.

sathı: yüzeysel.

zecir: yaptırmama, yasaklama.

murai: iki yüzlü.

mefluç: felç olmuş, kıpırdayamaz hale gelmiş.

insicam: bağdaşım, özgünlük, tutarlılık.

taltif: hoş davranarak, iyilik yaparak gönül alma.

jenosit: soykırım.

Sonuç

Alıntıların uzayıp gitmesi... İlk yazım olduğu için tedirgin oldum açıkçası. Ama aslında yazmadığım o kadar çok şey var ki. Hatta sanki bu kadar yazdığımla bile telif yiyecekmişim gibi hissediyorum ama gerçekten ince ince elenmiş hali budur. Kütüphanelerde bulunmalı mutlaka. 
Normalde "bu kitaba puanım" şeklinde bitirmeyi planlıyorum özetlerimi. Ama bu seferlik bu puanlamayı pas geçiyorum. Puanlanmaz, okunur.

AYŞE OPERETİ -Oyun Analizi

“Aman Ayşe’m, canım Ayşe’m Gel aç şu duvağı. Uzat bana alevlenen O yangın dudağı.” Ayşe Opereti’ni yaklaşık iki hafta önce izledim...